AŞK’ önce sağda solda kaçamak bakışlarla başlamıştı. Sözler, sandıklara vurulmuş, üstüne yeminler edilerek açılamayacak kadar küflü kilitlerde saklıydı. Söylenişinde, zarafet ve gücün aynı anda vurgulandığı bu üç harf, sihirli bir kelimeydi. Söyle dedi AaaŞŞŞkkk.
On yaşlarında arkasından abla diye seslenerek yanına yaklaşan küçük bir erkek çocuk, elinde sanki evrenin sırrını tutuyormuş gibi, buruş buruş kâğıdı sıkı sıkıya tutuyordu. Nefes nefese kalan çocuk kağıdı verirken“Abla bu kâğıdı, şu abi verdi” diyebilmişti. İkisi de arkalarına baktığında yüzünü gösteremeyen o abinin aşkını da gösteremeyeceğini daha o gün anlamışlardı. En çok anlayan ise, kalbini yerinden çıkartacak gibi çarpıtan o kişinin olma ihtimalinin hissiydi.
Çocuktan kâğıdı aldıktan sonra eve varmış ve büyük bir heyecanla açmıştı. Kâğıtta bir telefon numarası yazıyordu sadece, bunun anlamı ise bende adım atacak cesaret yok, sen istersen o adımı atabilirsindi. O da duyuyor olmalıydı ki kalbinin sesini, kendisini göstermek ve aramak yerine, ortaya bir numara bırakıp, geriye çekilmek olmuştu.
Kâğıtta yazan numara bir ev numarasıydı. Arayacağı saatleri bile bilmiyordu ve bir sapık gibi annesi ya da babası çıktığında telefonu yüzlerine kapatamazdı. En nihayetinde aramama kararı almış ve beklemeye koyulmuştu. Birlikte çalıştıkları iş yerinde, camın önüne bekçi gibi dikilir, gelirde geçerse, göremem diye endişe ile beklemeye koyulurdu. Ellerini kalın kalorifere yapıştırmış beklerken, yolun yokuş aşağısından onun çıkıp geldiğini görürdü, o da bilirdi ki o camın ardında onun geçmesini bekleyen bir kız vardı. Filtreli camlardan içerisini göremese de yürüyüp geçene kadar cama bakmaya devam ederdi. Ben buradayım ve senin orada benim yolumu gözlediğini biliyorum dercesine, gözden kaybolana kadar, bakışlarını ayırmazdı.
Öğlen vakti geldiğinde yemekhane de genelde başka bir masaya ona sırtı dönük oturmayı tercih ederdi. Ancak o gün yüzünü gösterebileceği şekilde tam karşısında oturmuştu. Heyecandan yemek yiyemiyordu ve yüzüne de bakamıyordu. Onun bakışlarının üzerinde gezindiği ihtimaline karşılık, kaşığı ağzına bile götüremiyordu. İnsan sadece o yüzü görmenin verdiği heyecanın peşinden ne kadar gidebilirdi? Sahi sesini ne kadar duyabilmişti? Aynı çatı altında çalışıyor, aynı şehrin mevsimini beraber yaşıyorlar, güneşin aynı açısının altında ısınıyorlardı. Yollarda adımlarının izleri vardı ve o izlerden yürümenin bile heyecanını yaşardı.
Yollar gözleniyor, bekleniyordu ancak bir gün o adımların birleşemediği yollarda ayrılacaktı. Tayini çıkıp da yeni iş yerinin başka şehirde olduğunu öğrendiğinde, aklına gelen ilk şey onunla aynı şehrin sokakları ve kaldırımlarında olamayacağıydı. Artık aynı pastaneden aldıkları lezzetler yoktu. Sahiden poğaçayı bile onun gibi dereotlu ve peynirli mi alırdı, yoksa sade olanı mı tercih ederdi? İçine bıçak gibi saplandı onu bir daha göremeyecek oluşunun ızdırabı, o an anladı ki ağzından çıkacak birkaç cümleyi duyamasa bile, ses tonunu kulaklarının hafızasına kaydedemese de biliyordu kalpler konuşmuştu. Onların konuştuğu yerde kelimelerinde söz etmesine gerek kalmazdı. Gece olup başını yastığa koyduğunda kalbiyle gidiyorum diyebilmişti. Gidiyorum. Başka şehre, yeni başlangıçlara, yeni şehrin sokaklarına ve onun geçme ihtimalinin bile olmadığı o yabancı sokaklara kendimi bırakacağım diyordu. Yeni aldığı kasetini walkmana yerleştirmiş ve sesini sonuna kadar açıp gidiyorum parçasını dinleyerek, ağlaya ağlaya, uykuya dalmıştı.
Sabah soğuk odaya uyanmış, tayin evraklarını hazırlamak için çalıştığı kurumun yolunu tutmuştu. Yolda yürürken sabah okula giden çocuklardan biri arkasından,“Morlu abla!” diye seslenmişti. Üstündeki paltonun rengi Mor olmasından dolayı, bu lakabı uygun görmüştü. Bu sefer bir kız çocuğuydu. Elindeki kâğıdı ise, sanki bu sırrı, bütün dünya görsün diye sallaya sallaya geliyordu. “Bu kâğıdı bir abi verdi” derken kikirdemiş sonra da hemen oracıktan ayrılmıştı. Bu sefer dönüp de arkasına bakmak istememişti. Onun orada olmayışına bir kez daha dayanamayabilirdi. Kâğıtta dereotlu poğaçaların piştiği o pastanede “Akşam kahve içebilir miyiz?” diye yazıyordu. Aldığı not onu bir daha göremeyecek olmanın verdiği son serzenişleriydi. Vaktini sokaklarda sessizce adım atmak yerine, yere gümbür gümbür basamayan o delikanlının, dereotlu poğaçaların bitişi saatlerinde, acı kahvenin dumanına sığınmak isteyişinin çığlığıydı. Okuduğu kâğıdın üzerindeki kalemin darbelerinde gözlerini defalarca gezdirerek, mürekkebin rengini hafızasına kazımış, özenle yazılmış harflerin el yazısı ile ödüllendirildiği coşkulu kâğıdı, kuruma varana kadar defalarca okumuştu.
Ancak kasaba o kadar küçük ve pastane o kadar tanıdıktı ki, adının giderayak dedikodu malzemesi olmasını istememişti. Gidip gitmemek arasında kararsız kalmıştı ama akşamı da iple çekmişti. Akşam olana kadar ayaklarının altında zemin yok, nefesini ise başka bir yaşamda ihtimallerin gerçek olduğu bir hayattan alıyordu. Akşama kadar onu aramıştı gözleri, ancak ne yemekte, ne de sabah yokuşunda onu görememişti. İçine bir yangın gibi düşen kor, hesaplaşmayı bekliyordu.
Pastaneye gittiğinde, ya orada olmazsa diye yaşayacağı hayal kırıklığından korkuyor, bir yandan da, veda’ın en vefalı görevini yapmak istiyordu. Kararını veremiyor, soruların pençesinde can çekişiyordu. Akşam olduğunda, görevi bu sefer ayaklarına bırakmıştı. Ayakları evinin yolunu değil, pastanenin yolunu tutmuştu, oraya gidene kadar kalbini de, hislerini de sessize almıştı.
Pastaneye vardığında girişte ahşap sandalye ve masalardan oluşan iki masa da boştu. Ancak bir an durdu ve pastanenin yukarı katının da olduğunu fark etti. İnsan umuda giderken, göremediklerini de görürdü. Çünkü sabahları sadece o girişe ihtiyacı vardı ancak şimdi üst katta var olma ihtimali kendini göstermişti. Yukarı çıktığında depo gibi kullanılan o alanda tek masa ve birkaç tane sandalye vardı. Gelmemişti, belki işi çıkmıştır diye biraz beklemeye koyuldu. Beklerken elinde tuttuğu kâğıdı defalarca okumuş, kendisini ağlamamak için zor tutmuştu. Kalbi bir an çekim alanına giren, başka bir kalbin sesini duyuşu gibi heyecanla atmaya başladı. Bu kalbin atışını iyi biliyordu. Merdivenden yukarıya çıkan birisinin adımlarının sesleri geliyordu. İşte, nihayet gördüğü oydu.
Boğazında biriken düğümleri çözmeye başlamış, ağlamaklı çıkan o sesi, sesli yutkunarak toparlamaya başlamıştı. Ancak karşısında duran kişi rahat bir şekilde, “Burada buluşmamız biraz sıkıntılı olabilir bir an önce konuşalım”diyerek masaya oturmuştu. Elini kolunu koyacak yer bulamadığını fark edip, sözlerinin de heyecanla bu şekilde çıktığını hissedebilmişti.
Kahveler gümüş kaplarda gelmiş, Hindistan Cevizli lokumlar eşliğinde sunulmuştu. Telaşla elini fincana yaklaştırmış ancak sıcaktan parmakları neredeyse fincana yapışsa da sesini çıkartamamıştı. İkisi de susuyordu. Ne başlangıç yapabilecekleri ne de vedasını edebilecekleri bir hikâyeleri olmuştu. Onların sadece kalpleri konuşmaya alışkın olduğundan, oradan ağza gelecek her söz cesaret istiyordu. Birisi gidiyorum diyor, birisi gitme dur, ayrılığa daha hiç hazır değilim diyordu. Ancak sözler kalpten ağza gelene kadar, cesaretin sığınağında takılı kalmış vedanın konuşmaları yapılmaya başlanmıştı. Uzak mesafeye gideceksin, yeni bir hayatın başlangıcına başlayacaksın, diye yolculuğa hazır eden, uğurlayan bir delikanlının ağzından kelimeler bir bir dökülüyordu. Ancak o bu sözleri duyamıyordu: doğru değil ayrılığa daha hiç hazır değilim diyor, aramızda yaşanacak yarım kalan bir şeyler var diyordu. Konuşma minik kahvelerin bitmesini bile bekleyememişti ve sandalyeden, “Yetişmem gereken bir yer var” diyen delikanlının kalkmasıyla bitmişti.
Orada, o masada mıh gibi çakılı bırakılan bir genç kız vardı, ekmeğin pençesinde aşkına veda eden, etmek zorunda bırakılandı. Kalbinin çığlıkları belki dışarıdan duyulmuyordu ancak aşkla atan bütün kalpleri titretmeye yetmişti. Gözünden akan yaşlarla mürekkebini akıttığı kâğıdı yırtmaya başlamıştı ve fincanın altına, bedeli ödenemeyen aşkın bahşişi niyetine bırakılmıştı. Pastaneden çıktığında yalpalaya yalpalaya gidiyor, gözyaşlarını kimse görsün istemiyordu.
Hazırladığı bir valize sığdırdığı eşyalarıyla otogarın yolunu tutmuştu ve otobüsün kalkışını bekleyecekti. Özellikle gece yolculuğunu tercih etmişti. Gözyaşlarının çağlayacağını o da çok iyi biliyordu. Otobüs hareket edince, taktı yine walkmana kasetini ve türkülerle, ağıtlarla onun var olduğu şehirden kilometre kilometre ayrıldı.
Yıllar sonra o beklenmeyen telefon gelecekti, çok özlenmiş, çok hasreti çekilmiş bir sevdanın izleri, ses tonunda yankılanacaktı. Yüzünü gösteremeyen, sesini armağan edemeyen bir delikanlının, pişmanlığını hissedecekti, söyleyecek çok şeyi vardı fakat bu sefer susma sırası ondaydı. Onsuz geçen koca hayatın anılarını biriktirmiş, onlarca adressiz mektuplara yazmıştı. Hayatı boyunca mektuplarını, tek kişi yaşamış aşkın anılarını, küflü sandıklarda, ıssız çekmecelerde ve isimsiz bir romanda yazılı bırakacaktı.