Onu ilk kez gördüğünde, bir kapının eşiğine oturmuş kapının pervazını dili ile yalıyordu. Saçı başı dağılmış haldeydi. Üstündeki eski kıyafetlerle sadece fakir gibi görünüyordu.
“Amca neden burada oturup dilini buraya sürtüyorsun?” diye sorduğunda, aldığı cevaptan çok etkilenmişti.
İhtiyar “dilimi zımparalıyorum, bu kapının pervazı ne kadar da düzgün değil mi? Bunu da bir usta zımparaladı üzerini de cilaladı. Ben ustamı kaybettim, onu aramakla bulamadım. Aldım dilimi kendim zımparalıyorum” dedi.
“Neden usta arıyorsun dediğinde”
Bir yandan da, aklı ile kalbi arasında hesaplaşmaya yaşıyordu. O gün, hisleri ve gerçekliği arasında çeliştiği bir gündü. “Sanırım gördüğüm bu ihtiyar amca ve ondan duyacağım cümleler için adeta bu dar sokağa sürüklendim”demişti. İçinde hesaplaşma yaşıyorken, ihtiyar amca çoktan cevabını vermişti.
“Herkesin bir ustası var, bak benim ustam beni terk etmiş, ben ona yanar, ona ağlarım, görüyorum ki senin de elekten farkın yok, her yerin delik deşik olmuş”
Tesadüfen bir ara sokakta, gözüne çarpan bu ihtiyarın yanında takılı kalmıştı. Farklı bir şey vardı onda, hikâyesini dinlemek istedi. Eve biraz daha geç gidebilirim diyerek ihtiyarın yanına oturdu. İhtiyar Amca, dilini çıkarıp sürekli kapıya sürtüyor da sürtüyordu, gerçekten dediği gibi dilini zımparalıyordu. Bir an içinden “Deli bu ya hu!” demiş ve yanından kalkmak istemişti. Aslında seyretmek istese de midesi bulandığı için, merdivenin basamağına oturup ve ellerini dizlerinin arasında ona bakmamaya çalışıyordu. İhtiyar birkaç nefes alıp iyice yutkundu. Öyle bir yutkunmuştu ki dışarıdan sesi duyulabiliyordu. “Amca halin perişan görünüyor evin, barkın, kimsen yok mudur?”, diye hal hatır sormak istedi. Ancak onu üzmemek adına nasıl soracağını düşünüp, karnının tok olup olmadığını öğrenerek, ona bir yerden yemek almak için çabalarken, ihtiyar amca, sus işareti yaparak “dinle” dedi.
Sanki kafasındakileri okuyor da, konuşmasını istemiyormuş gibi “sus” demişti. O da vardır bir hikmeti deyip sustu. Ancak saatine bakıyor da bakıyordu, kalkmak istiyor bir türlü kalkamıyordu. O tahta kapının merdivenlerinde mıh gibi çakılı kalmıştı. Susmuştu ancak beyninin içi susmuyordu. Evine geç kalma endişesi her an “nerede kaldın?” diyebileceklerinin telaşı ve topuklunun içinde sızlayan ayakları ile orada kalakalmıştı. İhtiyar amca birkaç nefes daha alıp, dilini zımparalamaya yeniden başladı. Yok, gerçekten deli bu ya demiş, kalkmaya karar vermişti. İhtiyar amca dilini kapıdan ayırmadan yan gözle bakmış sonra da “dinlemezsin kalbini! Kal diyen o, git diyen ayaklarındır” dedi.
Yarım saat geçmiş ama gerçekten gidemediğini artık o da fark etmişti.
“Amca sen iyi misin, aç mısın” diye sordu.
“İyiyim, aç da değilim” cevabını almıştı. “
“Görüyorum ki aç olan sensin hem de bu yaşına kadar hala aç kalmışsın” dedi… “
“Ben neden aç olayım amca, iyiyim bak şükür” demişti.
“Bahsettiğim o değil. İnsanın besini sevgidir. Sen kendini pek aç bırakmışsın.“ Artık anlamıştı neden gidemediğini. Sormak istedi “neden?” diye. Amca yüzüne gelen uzun beyaz saçlarını delik deşik olmuş beresinin içine buruşmuş elleriyle sokuşturmaya çalışırken “Senin gibiydi benim ayaklarım. Kundura içinde yıllarını geçirdi. Bak senin de ayakların şişmiş” diyerek devam etti konuşmaya.
“ Bir zamanlar zengindim hem de çok zengindim. Tüm hayatım çalışma hayatından ibaretti. Bir gün camın önünden dışarı bakarken kâğıt toplayanları izlemiştim. Onlar da yaşıyor ben de yaşıyorum, ben bolluk içinde, onlar ise kıtlık içinde demiştim. Bilmezdim o zaman, zenginin de fakirinde, göğnünde eğer yoksa servet, herkes fakirdi. Ben paramı kaybetmedim, kimsemi de kaybetmedim. Ancak paylaştım ve sevdiklerime bıraktım tüm maddi servetimi, manevi servetime yolculuk için hepsini bıraktım. Bilesin ki çok yorulmuştum. Kendi açlığım geçmiyordu. Göğnüm çok açtı. Derviş misali kendimi sokaklara vurdum. Kundura içinde olan ayaklarla kazandığım paraya dokunmaya tövbe ettim de, kâğıt toplayıp satar bir lokma ekmek yerim dedim. Bildim ki göğnüm tok olunca, beden de acıkmazmış. Kimsesiz değilim ben, tüm sokaklar benim arkadaşım, insanlar gelip geçerken, durup konuşurlarken onları dinlerim de konuşamam. Dilim ağzımda yuvalanırda tek kelime edemem. Seni gördüm de, konuşmayayım diye, dilimi yanımdaki tahtayla zımparalar dururum. Amma velâkin, şimdi dil konuşmak zorunda” dedi.
“Unvan, para etse de, içimin parayla işi yoktu, görürüm dizler tutar, ayaklar tutar ben yollarda yürümeye devam ederim, dağım yoktur, ancak sokaklarım vardır. Caminin altın da, bir göz odada yatar kalkarım. Evimden çıkarken, yanıma iki parça kıyafet aldım. O da biri kirlenip biri yıkansın diye. Yırtıldı mı yamar öyle gezerim de, görünce beni fakir sanırsınız. Açlıkla, göynekle derdim yok, derdim dünya ileydi onu da ardıma bıraktım. Sokak taşları konuşur oldu benimle, yürü yürü diye, göynek yırtıldıkça konuştu yama yama diye, gözlerim sevdiceklerimi aradı da, ses içeriden geldi ben buradayım burada diye.”
“Ah! Diyen kalbim Hak dedi de geri durdum, eski kapımın önünden. Kimse beni anlamadı ey kızım, hepsi sırt çevirdi bana, bıraktıklarım yetmedi onlara. Şimdi yaşımı bile saymayı bıraktım, dönen dünyam değil artık. Kalp nereye der, ben oraya. Bu sokak da bana pek bi yabancıdır. Ayak geldi de otur şu terk edilmiş evin basamağına dedi de oturuverdim. Yolcu gelecek deyip durdum, sen misin anlayamadım amma sorduğun sorudan anladım. Gözün gördü, bir ağız salya ama kalp dedi ki hele dur bi bekle! Sus dedim sustun, miden kaldırmadı da, yüzünü çevirdin. Kalbin pusulası şaşmaz kızım. Arıyorsun, çıkmış yuvasından artık o, çıkmışta el pençe arıyor kendini bir yerlerde. Rüya değil bu bilesin, ha şuradan kalkınca yine ayakların evine gidecektir. Asıl rüyan buradan kalkınca başlayacak kızım” dedi.
Tutamamıştı gözyaşlarını, ihtiyarın ses tonundaki zarafet, göründüğünden de çok daha başkaydı. Ağladıkça ağlıyordu. Çıkardı ayakkabılarını, ayaklarının altına hırkasını serdi.
”O öyle olmuyor be amca” dedi. “Yaşarken rüyanın seyrine kapılıyorum, zanlarımı ardıma bırakamıyorum, düşündükçe içim yanıyor. Kalbimi batıramıyorum, o fışkırmak istedikçe, kapağını tepesine bastırıveriyorum, bilir misin zaten kapanmıyor da ondan da ilaç kullanıyorum. Hastalıklarımız bile bize neyin ne olduğunu söylüyor. Yanından yürüdüğüm ağaç selam veriyor da, alırken yanımda geçen kimseler yoksa alabiliyorum. Kalmış ki sen burada konuşmayayım diye dilini zımparalarsın. Çevreni de ardına atmışsın, sokaklarla bir sen var gibi yaşar durursun. İnsanlara gözlerini kapatmayı nasıl başardın?”
“Tıpkı senin gibi” dedi ihtiyar. “Sen onları gördüğünü sanıyorsun ama görmüyorsun. Onların yüreğini bulmaya çalışıyorsun, bulamayınca kendi yüreğini kapatmaya çalışıyorsun. Yürekler konuşandan anlar, seni işte buradan anladım. Çığlık atan yüreğinin sesini duydum. İstekleri var, görünmek isteği. Ağaç görür de selam verir, kuş görür de pencerene konar, çocuk görür de atlar kucağına. Sadece insan görürse kaçar. Açığa çıktığında olacaklardan korkuyorsun. Korkun kendine sahip çıkamamak. Dilin savaş açıyor, kalbine. Dilin konuşmasın diye kalbin bastırıyor. Sonra da konuşamadım diye ağlarsın. Ağlama, yürek konuşunca sancı çekmez. Dil konuşunca sancın dinmez. Yol tek yönlüdür kızım. Sen doğru yolda olduğunu, her şey üstüne geldiğinde ve herkes üstüne üstüne geldiğinde anlarsın. Senin tersine akan yolda, kollar da çarpar, ayakların da takılır, orayı geçene kadar, sıkışmış insan topluluğunda kalırsın. Ancak gözünü değil de gönlünü açarsan, yol da giderken bedenleri değil, yürekleri görmeye başlarsın. Duyarsan yüreğini, o da yüreğini duyanları yoluna çekecektir. Gör bak o zaman üstüne üstüne gelenler, kenara çekileceklerdir.”
“Ben uyurken, bitmezdi üstüme üstüme gelenler, onları da ben var etmiştim. Düşüncelerimle, yaşam şeklimle, hallerimle. Halim ılık bir yel gibi olunca aklımda selimliğine kavuştu. Elbet kolay olmadı, her şeyi ardıma bırakmak, ancak kaybettiğim sandığım şeylerin beni yola sokmaktansa, yoldan çıkardığını anladığımda, yola girmeye ve yolcu olmaya karar verdim. Derim ki, tıpkı şimdi yaptığın gibi yapmaya devam et, gözün insan değil, gönül arasın. İnsan ancak, gönülleriyle var olabilmişse insandır. Bulamadım diye bastırma yüreğini sabret, yolun çizgisi dardır. Yeter ki ayanı beyanın şaşmasın çizgisinden. Madem ikram etmek istersin, bir damla suyun varsa ver de içeyim” demişti.
Çantasından çıkardı şişesini ve ikram etti. Akan zaman hissi saatlerceydi. Ancak sanki yaşlı adamın yanında geçirdiği zamanın sadece bir saat olduğunu görünce inanamadı. İhtiyar “haydi yoluna dedi, benim gibi niceleri vardır, ben bilmezdim, bildirildi. Sen de yalnız değilsin. Bunu bil ve kapatma yüreğini sana diyeceğim budur” demişti.
Yerinden kalktı ancak nasıl yürüyeceğini bile unutmuşçasına adımını atamamıştı. Üstüne bir titreme gelmişti, hâlbuki otururken ılık bir hava hissetmişti. Sordu kendisine “gerçek miydi?” Elbet gerçekti unutmaması için “buradan kalkınca rüyaya gireceksin”demişti. Konuşulanlar sanki hakikatin perdesinin aralanmasıydı. O kadar şaşırmıştı ki, insan sadece kaybedince vazgeçmek zorunda kalırdı. Oysa İhtiyar amca kendi rızasıyla, her şeyden vazgeçebilmişti. Hem de kaybetmeden, var iken yokluğa, hiçliğin yoluna girebilmişti. Döndüğü rüyasında böyle yapan çok az insan vardı. Bir an içinde, ne kadar farklı hayatlar yaşamıştı. Zamanı sarar gibi, neden bugün demişti. Tabii elbette gönlü rıza etmemiş, diliyle zehir saçmasını istemediği bir gündü. Öyle bir andı ki sen karşındakinin kendi göremediği yüreğin güzelliğini görüyordun da, kırmaya dilin varmıyordu Ancak o kişi kapattığı yüreğiyle sadece dilinden çıkan zehirleri savurabiliyordu. Öyle bir gündü, sustuğu için kendisine kızdığı, konuşmasına izin vermediği yüreğine kızgındı. Kursağında kalan kelimelerin dizildiği bir günün ardından, ihtiyar amca çıkagelmişti. Tam da yüreğine kızdığı zamandı. Yeri geldiğinde, sahip çıkıp pamuklara sarmak, yeri geldiğinde de kılıcını kınından çekip çıkarır gibi çıkarması gerekirdi. Şimdi yüreğini kınından çıkarma vaktiydi ve zehir saçan dillere karşı pamuklara sarma vaktiydi.