“Konuşan yerler yüreklerdi ve aynı aşkın vurgunu olmaktı.”Modern çağın dervişi gibi yola koyulmuştu, plansız ve programsızlardı. Yola çıkmadan, niyet ettiğinle değil, yolun götürdüğü ile buluşurdun. O yol ki belki bir gün görürüm dediğin yerleri ve kişileri karşına çıkartırdı. Bulmak istediği, maneviyatının ateşlenmesinin, isteğinden başka bir şey değildi. Henüz kimselerin bilmediği ve çok az bilinen yerlerde ki türbe ziyaretleri ile birkaç günlerini geçirmişlerdi.
Aklına birden çok sevdiği, sesinin huzurunda kaybolduğu ve kitapları ile mest olduğu Arif Hocanın kapısını çalmak aklına gelmişti. Önce ulaşmak için yazmıştı ancak henüz geri dönüş alamamıştı. Bir zaman sonra, cevabı aldığında ise buluşmak için, istedikleri yeri bir türlü ayarlayamamışlardı. Yollar ona bu kadar yakınken, sohbetinin feyzinden tat alamayacağı için üzülmüştü. Ama işte Arif Hoca için çözümler bitmezdi çünkü onun yüreği çok güzeldi. Onun için çok özel ve güzel olan küçük ancak maneviyatı çok büyük olan mescidine davet etmişti.
Yol süresince eşini aramış yolları tarif etmiş, yemek yemeden gelin demiş ve her yarım saatte bir, her şeyin yolunda olup olmadığını teyit etmişti. Arif Bey için o yolcu, sadece bir okuyucuydu ve onu takip eden birisiydi ve hiç birbirlerini de görmemişlerdi. Eşinin telefonunu istemiş ve yol boyunca edebinden dolayı, onun aracılığıyla iletişime geçmişti. Hiç tanımadığı bu insanlara kendi mabedini açacaktı ve en güzel şekliyle ağırlayacaktı. Yol uzun sürmüş yanında çocukları da olduğu için acıkmışlardı. Arif Hocanın kapısına varmadan bir şeyler yemek istemişlerdi. Tabii yolları takip eden ve yarım saatte bir gelecek olan misafirlerine, onun yolunda giderken bile ev sahipliği yapmasından dolayı, sürekli arayıp ilgilenmişti. Anlamıştı bir yerde oturup yemek yenildiğini ancak ona yaklaşmanın heyecanı içini sarsa da, çocukları küçük olduğu için ihtiyaçlarını da gidermesi gerekmekteydi.
Bu buluşmanın heyecanı öyle bir heyecandı ki, konuşan yerler yüreklerdi ve aynı aşkın vurgunu olmaktı. Hızlıca ihtiyaçlarını karşılayıp, abdestlerini tazelemişlerdi. Yol süresince misafirperverliğini sonuna kadar edebiyle gösteren Arif Hoca, sadece yazılarıyla değil, hali ile de yazdıklarını yansıtmaktaydı. Ne güzel bir rehberdi ki o, onun rehberi ve terbiyesi, takip ettiği Hz. Muhammed (sav) Efendimizden gelmekteydi. Onun gibi kalabilen çok az insan vardı. Arif Hocayı, ilk defa, bir araştırma yaparken bir başkasının kanalında şiir okuyorken ve keşif için mağaralara giriyorlarken görmüştü. İşte, o izlediği videoda, sesindeki tınısına doğru çekilmişti ve onun hakkında, bir araştırma yapma gereği duymuş ve kitaplarının olduğunu görmüştü. Kitaplarını bulmakta o kadar zorlanmıştı ki, onun kitaplarını satan yayınevi bile sanki aynı dili konuşuyor gibi yardımcı olmuşlardı ve nihayetinde, kitaplarını okuyabilmişti. Arif Hocanın dokuz kitabı vardı ve nasıl bu kadar gönül insanı olan birsinin az tanındığı ilgisini çekmişti. Ancak sonraları anlayacaktı, önemli olan insanın iç sesi aktif olduğunda, ona göre hareket ederdin. Sonraları bir kanal açarak bizleri bilgilendirmekten vazgeçmemişti.
Yemek yedikleri yerden kalkmışlar, tekrar yola koyulmuşlardı. Tepede bir yerde turuncu bir bina vardı ve yanında Türk Bayrağı vardı, yolun altından tepede kalan bu yerde Arif Hoca, arabaya el sallayarak ben buradayım diyordu. Küçük ve kendi gönül dostlarıyla yaptığı bu mescit turuncu renge sahipti ve bu rengin de nedenleri vardı. Araba yaklaştıkça kenara çekilmiş, başı önünde, elleri göbek hizasına bağlı, son derece nezaketli ve edepli şekilde karşılamaktaydı. Nasıl bir Edep ki hissetmek ayrıydı ancak gördüğünde, gözyaşlarını tutamamıştı.
İkindi vaktiydi, yerde çakıl taşları ve turuncu mescit varlığıyla huzur saçmaktaydı. Kapının önüne tahtadan masa ve sedir yapılmış ve havanın güzel olduğu zamanlarda da, sohbetlerini bu çardak alından yaparlarmış. Arif Hoca, mescidin içerisini göstererek buyur etmişti. İki, üç odalı bir yerdi, bir yeri de küçük bir mutfaktı. Yerde tepside oturup yemek yiyen iki genç vardı. Diğer büyük alan yemyeşil halı ile döşenmişti ve geniş pencerelerinden içeriye, güneşin tüm sıcaklığı vurmaktaydı. Arif Hoca, edebinden mescidin içine girmemiş, yolu göstermişti. Zaman ikindi zamanı olduğu için orada, o mescitte namaz kılabilmek de nasip olmuştu. Alnı her secdeye vardığında gözyaşlarına mânii olamıyordu. Öyle bir ruh hali vardı ki, planda ağlamak hissi olmasa da o huşu alanına çekiliyordun.
Namazı bittikten sonra dışarıda ki çardağa geçmişti ve işte onun kitaplarıyla kimyasının değişimine katkı sağlayan Arif Hoca karşısında, başı önünde edeple konuşmaktaydı. Oğlu küçük ve bir hayli yaramaz olduğu için, boş alanı bulmuş, koşturuyordu. Onu kucağına almıştı ancak bu küçük yaramaz kabına sığmıyordu. Bir çocuk başı okşaması bile, edep halindeydi. Bizim çocuk yemekten yeni kalkmasına rağmen, açım demiş, yiyecek bir şeyler istemişti. Arif Hoca, kendisi yerinden kalkarak bir dilim ekmeğe, çikolata seveceğini düşünerek, çikolatalı ekmek getirmişti. Bizleri de çayı, kahvesi ayrı, meyvesi ayrı ağırlamıştı. Mesele iki kelamın sıcaklığını hissetmekti.
İçeride yemek yiyen iki gencin birisinin oğlu olduğunu söylemiş ve diğerinin de bugün sizin gibi çıkıp gelen Allahın misafiri demişti. Bu delikanlı, elinde bir çiçek saksı ile gelmiş ve bize de saksıyı göstermişti. Bu genç Karabük’den çıkmış gelmiş ve otobüste onu ancak belli bir güzergâha kadar getirebilmiş ve orada bırakmış. O da yayan olarak, bir derviş gibi, elinde birkaç kilo ağırlıkta saksısı ile o sıcakta, Arif Hocanın kapısına kadar gelmişti. Üstelik o da yoldayken Arif Hocayı arayıp bulanlardanmış. Arif Hoca, sohbete başlamadan beklenen soruyu sormuştu, misvakın nerede kardeşim demişti, o elinden hiç bırakmadığı misvakı ve sohbet ederken de elinde olan misvakını göstermiş ve misvaklanarak da sohbete başlamıştı. Hiçbir zaman onu misvaksız göremezdiniz. O sırada çantasından çıkarmıştı. Hayır, çantanda değil elinde olsun kardeşim, bacım demişti. Misvak Peygamber Efendimiz (sav)’ e Cebrail a.s’ın üç kere gelişi ile Peygamber Efendimiz(sav)’e ve ümmetine sünnet kılınmıştır. Yetmiş dört derde şifası olduğu bilinmekle beraber, bu yetmiş dördün çoğu maneviyat ile ilgili olmaktaydı. Üstüne basa basa kitaplarında ve sohbetlerinde hep bahsederdi. Peygamber Efendimiz (sav)’de üstüne basa basa Ümmetine misvak kullanımını emretmiştir. Tespit etmişti ki, misvak kullandıkça ne öfke, ne de geriye ağızdan çıkacak kötü bir söz kalırdı. Diller hep güzeli söylerdi. Sohbet o kadar güzel ilerlemekteydi ki, öyle bir zaman gelecek ki diye, karşısında bulunan, bu karı kocaya nasihatte bulunmuştu. Birbirinize, varlıkta ve yoklukta, düşkünlükte ve darlıkta hep destek olun ve muhabbette olun demişti. Arif Hoca, rüyaları ile çıktığı yolculukta, niyeti ile adım attığı, on iki ilimin bir arada olacağı, okul yani medrese yapmaya niyet etmişti. İnşaatı dualarla açılmıştı. Güzergâh, Ley hatları bile tesadüf değildi. Mescidin az ilerisinde, bu medresenin temelleri de görünmekteydi. İnşallah Hakkıyla, edeple ve on iki ilim öğrenecek birçok gencin parlamasına da vesile olur diye dualar edilmişti.
Sohbet, tüm güzelliği ile ilerlemekteydi. İşte ilk o zaman duymuştu. Arif Hoca, Hz. Mariye Annemizden konuyu açmıştı, Peygamber Efendimiz (sav) Efendimizin Mısırlı Hanımı, ilim irfan sahibi ve zeki bir kadın oluşundan bahsetmişti. Örnek alınması için uzun uzun anlatmıştı. Edebinden, nasıl bir eş olduğundan, nasıl aktif olduğundan ve hep ilme ve Peygamber Efendimiz (sav)’e destek oluşundan bahsetmişti. Evet, bir oğulları olmuştu adına İbrahim koymuşlardı ancak çok yaşamamış ve oğullarını erken yaşta kaybetmişlerdi. Hiçbir kaynakta henüz bu kısma denk gelmemişti. O gün karar vermişti, kadınların bu derece geri planda tutulduğu dünya da nasıl da kadının İslamiyeti çevrelediğini ve Peygamber Efendimiz (sav)’ in çevresindeki ilim sahibi kadınları araştıracaktı. Üstelik dinimizde hiçbir zaman kadına yer yoktur diyenler de hep olmuştur denilmişti. Yapboz gibi bu algıda, böyle görmek isteyenleri hayal kırıklığına uğratacak seviye de, bir gün açılacaktır diye umut ettik.
Sohbet güzel ilerlemekteydi. Arif Hoca, mana âleminde zuhur edilen tepeden bahsetmiş ve oraya gittiğinden söz etmişti. Dönerken oradan yanına birkaç tane taş aldığını söylemiş ve mescidin içersine girmişti. O sırada herkes çok sessizdi, sohbetin akışı ruhları okşamaktaydı. Arif Hoca, elinde birkaç tane açılmamış misvak ve avucunda taşlarla gelmişti. Bu taşlar, kimlerin namazında alnına değdi demiş ve daha da hikâyesini anlatmıştı. Bu taşları size hediye etmek isterim demişti. O sohbetten kalanlarla birlikte, yanına aldığı taşı ve misvakı boynuna kolye yapacak ve her daim bu şende ve idrakte kalması gerektiğini hep kendisine hatırlatacaktı.