“Bundan sonra en güzel şarkıları ve kelimeleri, kendi sesimle kendime söyleyeceğim, hem de haykırarak ve dans ederek, kendi sesimle kendime şifa vereceğim”. Kendine olan aşkın kıvılcımlarını yaktığı ilk gündü. Bir ben var benden içeri kısmının açılımının yaptığı ilk adımdı. Kendini yok sayamazdın, içindeki o ilahi öz’ün ışığı açığa çıktığında kendini sevmek ve kendine âşık olmaktan başka yolda kalmıyordu.
Seni kendinle küstürdüğü, benliklerinden sıyırmak hiç kolay değildi. Yaşın kaçsa bu zamana kadar onlarla yaşamışsan bırakmakta bir anda olmuyordu. Bırakmak için bazen bardağın taşması gerekiyordu. Ancak o kendin olma, kendini bulma kıvılcımı geldiğinde kendini seyretmekten de alıkoyamıyordun. Belki de hepimizin yaptığı, öz çekimlerle (selfie) kendini seyretmek Yaradan’ın yarattığı o sureti kendine göstermeye çalışan insanın çabasından başka bir şey değildi.
Samimiyetle kendine gülümsediğin an oldu mu? Aynalar temizleniyor kalbinin kiri pası akıveriyordu. Kalan ise sendeki ALLAH’IN parçacığı oluyordu. Bu parçacık seni tüm benliklerinden sıyırıp dünyanın her yerinden kendine bakmanı sağlıyordu. Baktığın her yerde senin yansımaların vardı, bu yansımalar insanlardı. İnsanlar aracılığıyla seni sana yansıta yansıta bedeninle yok olup, hiçliğe, ışığa kıvılcım açıyordun.
Çevremizde, burnumuzun dibinde duranlar, yakamı bırakmıyor dediklerimiz, hep benden bekliyorlar, hiç bir şey yapmıyorlar dediklerimiz. İşte aynalarımız insanlar, hepsi mesaj vermek istiyor. Ancak özümüze o kadar uzağız ki tüm algımız benliğimizle iş yapıyor. Kırgınlıklar bizim izin verdiklerimizdi, kırılmasın diye kendimizi unuttuğumuz için. Başımıza gelen haksızlıklar, kendimizde hak görmediklerimizi başkasına sunduğumuz içindi. Bereketimiz yok belki çünkü hak etmeyenlere emeğimizi hediye gibi sunduğumuz içindi. Kendimize vermediğimiz her an bizden alanlarda eksik olmuyordu. Kendimize vermek demek, kendimiz demek, saf nur ışığımızdı herkeste olan ve sende de olan o Muhammedi ye çekirdeği sende de vardı ve ALLAH elbet nurunu tamamlayacaktı. ALLAH’IN nurunu benliklerimizle söndürüp kendin olma halinden uzaklaşıp robotlaşmış, otomatikleşmiş insan formunda kalarak değil, kendini bilen Rabbini bilir’deki insan formunda kalarak ışık olabilirdik.
Vermeden alamazsın dediğimiz de, almadan veremezdik de ve hiç alamadan verdiklerimizle, o özümüzdeki parçacığının çığlık atmasına sebep oluyorduk. Orada atan çığlık kendimizdeki kul hakkıydı, belki senin üstünde hakkı olan evlatlarının hakkıydı. Bu hak illa maddiyat değildi tabi ki, sevgin, ilgin, anlayışın, hoşgörün, paylaşımın. Dünya sevgisiz büyüyen birçok çocukla dolu, ebeveynlerin sevgiyi başka yerlerde akıtıp kendi evlatlarının başına komutan gibi kesilip, emir vermelerinden geçiyordu. Sevmeyi öğretemediğimiz ve öğrenemediğimiz için insanlara da bizi sevsinler diye sevgiyi yanlış şekillerde gösteriyorduk adına da sevgi diyorduk. Hâlbuki sevmek ve sevilmek için tüm anahtar kalbinin kapısını kendine açmandı. O kapıyı açmasını bilseydik içerden bize sonsuz taşan sevgi pınarını görecektik. Dışarıdan almaya da bu kadar odaklanmayacaktık. İşte o zaman bizden taşan saf sevgiyle insanları da doğru şekilde sevmesini bilecektik. Görecektik ki kendi içimizde yeteri kadar sevgiye sahip olduğumuzda, gözümüz dışarı da değil içeri de olacaktı.
İçimizden bakabilmek için kendimizi bulmak ve bilmek lazımdı ve bu dışarılarda aranacak bir şey değildi. İçimiz daraldığında “Ruhum daralıyor” deriz. Doğru da deriz. Bedenimiz uykudadır, ruhumuz özgür. Bedenden ibaret olduğumuzda, ruhumuz da kapana kısılmış gibi hisseder ve dilimize ruhum daralıyor dedirtir. Bunu diyen asıl özümüzdür yani kendimizdir. Sinyal verir, bir şeyler yapmalısın sen bu değilsin der gibi. Sorarsak eğer bunu duyduğumuzda cevapta tam içeriden bir yerden gelecektir. O ses, işte kulak ardı edilmemelidir. Bizi öz parçacığımızla tanışmaya iten yerdir.
Bu yeri dinledikçe, sanki iki ayrı varlık halini almış oluruz. Birisi kendimiz yani öz parçamız, diğeri de kimlikler giydirilmiş, çevremize göre oluşturduğumuz kimliklerimiz, ben deyip durduğumuz parçamız. Tek tek yontmak için o kalın kabuğumuzdan, yaşadıklarımızı bize göstermeye başlar, bunlar hayal kırıklıkları dediğimiz ve hep bunlar benim başıma geliyor dediğimiz yer. Der ki; artık gör ve yapman gerekeni yap kendini özünü kandırma ve buluş kendinle. Kısacası ayağını denk al, kaybolacaksın der. Aynalar arasında kaybolmak rehberin olacakken kâbusun olmaya başlar.
Bir elmas parçasını alsak ortada bir yere herkesin ulaşabileceği yere koysak kimse dönüp bakmaz. Ancak onu kadife ipekten kumaşlara sarsak, paketlesek ve saklasak sadece görmek isteyene sunsak ne kadar kıymetli olur değil mi? İşte bizi saran, paketleyen, koruyan ve bize değer biçen öz varlığımız ALLAHTAN parçamızdır. Korumadan değerimizi, idrak edemeyecek insanlara sunduğumuzda yok olur gideriz. İdrak ve görebilmek kendi özümüzü açarsak açığa çıkar, açığa çıkarmazsak da kendi kendimizi yok ederiz. Özümüzden iyi rehber mi vardır, ne yanlış yaptırır, ne yalan söyletir, ne benliğimizi masum tanımlar altına sokarak başkalarının haklarına göz diktirir, ne de olmamamız gereken yere iter bizi tam tersi sarar sarmalar. Oradan hakiki iyilik ve sevgi akar hakiki olanın ışığı söner mi, karanlıktan aydınlığa çıkartacak rotayı sana verir. Her birimiz kendimiz olma çabasında olsak bu ikiliği de birlemiş oluruz. Birliğe giden yol, bütünlükten geçmez mi? O yüzden denmiş ki kendini bilen rabbini bilir. O yüzden denmiş ki bir ben var ben den içeri yani özümüz, ışığımız. Işıklarını yakan karanlığa meydan okur. Herkes ışığını açsa karanlık diye bir şey de kalmaz.
İlim ilim bilmektir.
İlim kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen
Ya bu nice okumaktır.