Usulca mırıldanmakla başlar içindeki direniş, bir şarkı sözü ağzının içinde dolandırdığın, ellerini birbirine bağladığın, kafanı dizlerinin arasına gömdüğün o dakikalar, birkaç satır yazıp yazıp sildiğin, sonra belki yolladığın sözcüklerin. Birkaç damla ile başlayıp gittikçe artan gözyaşların sonra, sonrası ise ince cılız hıçkırıklarla yavaş yavaş şiddetlenen ve yüksek tonda eşlik eden isyan cümlelerin… Canın yanmıştır, iç yangını ve bunu da bilen çok iyi bilir ve bu durumu kimse kimseye tarif edilemeyecek kadar kendi içinde yaşar. Tariflerin en güzelini yapabilmek için konuştuğun insanlar vardır. Ancak sanki kimseye tam aktaramamışsın gibi devam ettirirsin, içindeki yangının tarifini… Ettin mi? Edebildin mi? Belki sen acını daha tarif edemeden kapandı o kapılar, o telefonlar açılmamış bile olabilir.
Duydular mı içindeki ağıtları? Duyurabildin mi?
Yaslandıkların, hayatımda iyi ki var dediklerin gitti mi? Ne yapmış olabilirsin de bu kadar silinen sen oldun? Ağlattılar dersin ama ağlayan sensindir. Sen kimsin peki? Belli ki ağlayabiliyorsan, gerçekten duyan kulakların vardır, gören gözün vardır, hisseden bir kalbin vardır. Yoksa kim ellerini dizlerine bağlattırıp, kafanı da göme göme seni yangınlarda bırakabilir ya da kim bunlara neden olabilir değil mi?
Neden de bizizdir, izin veren de. Yaşatırken kahkahaları, kalbinin kıyısından ayırmaz kendinden ayrı göremezken, sorunlarını hallederiz deyip yanında oldukların, sevgiyi sınırsızca akıttığın, ilgini yoksun etmediklerin: hepsi de can dediklerindi, yoksa kim bu kadar seni acıtabilirdi? Asıl seni kıran ise cevaplanmayan sorularla baş başa bırakılman ve o terk durumunun karşı taraftan gelmesidir. Bu durum her ilişki formu için geçerli, yaşarken ilişkisinde olmadığımız tek bir canlı bile yok ki… İyileşme süreci ise, gözyaşlarının şiddeti azala azala başlayacak, seni acının içinden yavaş yavaş çıkartacaktır. Acele etmeden, kendi içinde yas ilan ederek, fark ederek “Evet acıdayım, evet farkındayım” diyerek. Kendini üzdüğün yetmedi bir de neden diye yargılarken kendini bulduğunda sorulara da cevaplarını kendin vereceksin. Kafanı gömdüğün yerden çıkartıp, aynaya bakacaksın kocaman şişmiş gözler ve birkaç gün eşlik eden baş ağrın ve belki sinir krizlerin eşlik edecektir. Hani ölçüp biçmeden verdiklerin var ya şimdi onları sakince hesaplayacaksın, diyeceksin ki “Ne çok vermişim!”
Biliyor musun sana bu ikilemi yaptıran bir ses var, henüz onu belki de hiç duymadın. Otomatik pilot gibi eylemleri fütursuzca, ultra fedakârlıkla yapan bir sen vardı ve sen verdikçe etrafındaki herkes mutluydu. Sen belki bir gün yalnız bırakılacağını bile göremezken o içindeki diğer sen, seni sabırla bekledi, “Duyacak bir gün” diyerek. Kendinle baş başa kalmaktan korktuğun için hiç duyamadın, gerçekten kalabilseydin bir başına o minicik içerden seslenmeye çalışan diğer seni duyabilecektin. İşte zamanı gelmişti ve sen ne kadar çok verdiğinin hesaplamalarını yaparken sana seslendi tam da acının içindeyken. Bunları sakince sana sorduran diğer bir sen ortaya çıktı ve elbet birisi doğruyu söyleyecekti.
İşe sen, basmakalıp gibi doğduğundan beri etrafında gördüklerinle ilişkilerini yaşayan sendi, senin suçun yok öyle öğretildi ve sana öğretenlerde öyle öğrendi. Zamanında yeteri kadar ilgi ve sevgi görmedin belki ve onay almak, bende buradayım demek için sevgiyi hissedebilmek için verebileceklerini cömertçe sundun. Peki, bu gerçek sen miydi? Tabi ki hayır! İşte burası zor direnişin başladığı yerdir. Travmanın içinden kendini doğurduğun andır. Saf halin artık seni acının içinden çıkarmaya çalışıp seni özünle buluşturmak için açığa çıkmıştır. Acıdayken çatışırken ve kendini sorgular bulurken ortaya çıkmıştır. Sanırım psikolojim bozuldu dersin ve belki terapi içinde müracaat edeceksindir ve orada yapacakları şeyde seni özünle buluşturmaya çalıştıkları yer olacaktır. Sen kendine sormazken nasılsın diye sana nasılsın diye sordukları yerdir ve sen bu acı durumunda ne hissediyorsun diye kendine bile soramazken sana ne hissediyorsun, nasıl hissediyorsun diye sorarak kendine, özüne döndürmeye çalıştıkları yerdir.
Bilirler ki sen sağlıklı olamazsan etrafına da bu yansıyacaktır. Senin yakındıklarını sana geri çevirerek çözmeye çalışırlar. Bilirler senden ve hislerinden önemlisi yoktur ve cevabı da senin içindedir. Kendini ne derece sevdiğini sorgulatırlar. Bilirler ki çözümü dışarıda aramışsındır. Her şeyini dışa dönük yaşamış ve dışa yansıtmışsındır. Fark ettirirler önce sen derler, seni özünle buluşturmaya çalışırlar ve içine yönlendirirler. İşte o hiç duyamadığın içindeki cılız öze ait sesi duymaya başlarsın çünkü bir ben var benden içeridir, rehber oradadır, varlığına ait tüm bilgilerin orada ve orayı dinlemeyi başarırsan. Ultra fedakârlıklar zamanla olması gereken sınıra gelmeye de başlayacaktır. Fedakârlık, fedakârlıklarından kar edebildiğin zaman seni tatmin edecektir. Ancak tek taraflı kalırsa beklenti içine girilecektir. Beklenti karşılanmadığı zaman bir sürü kavramlar doğacak ve kırıklıklar başlayacaktır. Halbuki koşulsuz veren yalnızca ALLAH’ DIR. Koşulsuz veren, beklemeden veren bir insan bilinci görülmemiştir. Gören olduysa da ne şanslıdır!
Kendine bakmak ve odaklanmak bencillik değildir. Kendini hayata ve hayatındakilere sunmadan önce kendine ne verebildiğin ve kendini ne derece besleyebildiğindir. Basit bir tarifle şöyle değerlenebilir. Sen ne kadar aç kalabilirsin? Önce sen doyacaksın ve o enerjiyi, besini alıp etrafını da öyle doyuracaksın. Ne kadarıyla doyacaksan o kadarını kendine vereceksin. İster ekmeğin yarısını yer bu bana yeter dersin, diğer yarısını da paylaşırsın, ister bir lokmayla doyarsın kalanını başkasına verirsin. Çünkü sen kendini aç bırakarak başkalarını doyuramazsın. Senin rızanla çıkmıştır. Bir somunu tamamen başkalarına verip bana da verirler nasılsa ya da hiç olmazsa bir lokma verirler dersek, oturup bekler ve o ikramı alamadığımızda, kendimizi sorgular buluruz. Belki o bir somun ekmeği kazanmak için çok çalıştın, didindin ve vereceğin kişi çalışmak nedir bilmez birisidir. Sen gönül rahatlığıyla bir başkasına emeğini hediye eder gibi sunmuşsundur. Sonra evren sana emeklerin karşılığında bir rızık vermiştir ancak sen onu çalışmak, didinmek, hakkaniyet nedir bilmez kişilere hediye gibi sunduğunda, o bir somun ekmeğe de muhtaç hale gelirsin çünkü sen sana verileni ultra fedakârlıkla tabirince hak etmeyenlere verdin yani kıymetini bilemedin der ve alır. Sonra elinde o bir somunun bile kalmaz ya da alma verme dengeni kuramadığından bereketinde olmaz. Belki sürekli bir eksiklikle, hep bir şeyleri ödemekle uğraşırken yaşıyorsundur ve ödemelerim bitmiyor bile diyebilirsin. Çünkü sen hakkını, kendi hakkını, kendine olan kul hakkını hediye etmişsindir.
Verme eylemi kesildiğinde tepki görmek kaçınılmazdır. Ancak odağımız yine önce kendimiz olmalıdır. Nasıl ki verirken sorgulanmıyorsanız, kestiğinizde de sorgulama hakları olmayacaktır. Bu tepkiye karşı savunmanız da iç sesinizden gelen cevaba göre olmalıdır. Canınız yani içiniz açıklama yapmak isterse yapılır, istemezse yapılmaz. İlk başlarda o yangın sönmeyecektir ancak o direniş geçişi sürdükçe içiniz size bu sefer resist nothing (Hiçbir şeye direnme) diyecektir.
Akışta, yavaşlıkta acelesiz, hayatın her anından tad alarak, acının da, yokluğun da, kimsesizliğin de, parasızlığın da hissettirdiği duygulara direnmeden geçip usulca gitmesine seyirci kalmalıyız. Bilmeliyiz ki hiç biri, biz seyirci kaldığımız sürece uzun süre hayatımızda daimi acıyı ve mevcudiyetini barındırmayacaktır. Yasa gereği deneyimledik, seyrettik yani durumlara gözlemci pozisyonun da kalabildik ve geçip gitmesine izin verdik demektir. Hesapsız kitapsız yaşamak yerine, kendimizle hesaplaşarak, kendi içimizi, düşüncelerimizi kontrol ederek, kendi rızamızı alarak yaşamak ve tıpkı bizlerinde bir gün geçip gideceği gibi durumlar, olaylar, yaşananlar da geçip gidecektir. Biliriz ki bu dünya da asıl misafir olan kendimizizdir.