“Bahçede oturmuş, toprağı kazıyordu. Kazıyordu ancak bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu. Bu bir acının verdiği gözyaşı değildi. Onun ağlaması hasrete akan gözyaşlarıydı”. Bahçede bir kuyu vardı, kuyudan su çekiliyordu. Kuyunun yanında bir kazan, kazan ki dışı ateşte yanmaktan karalar bağlamıştı. Gözleri hemen yanında duran toprağa ilişmişti, gönlü sadece kazmasını söylemiş o da kazıyordu. Hissettiği açlığın tarifini bulamadı, soran olursa, sunacak tek bir kelimesi bile yoktu. Sadece boğazında bir düğüm çözülmesi için bir el bekliyordu.
Tam arkasında ellerini birbirine bağlayarak kaftanının içine sokmuş, başında dimdik durmuş bekliyordu. Bekleyen ne güzeldi. Kaftanı, bordo işlemeleri ve altın renkleriyle pırıl pırıl parlıyordu. O ki İbnül Arabî Hazretlerinden başkası değildi. “Söyle bakalım ne ağlarsın?” diye sordu. Ancak o hala dönüp de arkasına herkesin baktığı gözle bakamamıştı. Gören gözleri kalbi olmuştu. Kalbini yokladı; “Yok yok bu hakikat, rüya değil” demişti. İşte sesleniyordu! “Söyle bakalım ne istersin?” demekteydi. Kazdığı toprağı eşelemeye devam ederek, isteğinde birkaç dünyevi şeyler olsa da o böyle bir zatın karşısında ancak düğümün çözülmesi için, uyanmayı isteyebilirdi. Boğazındaki düğüm uyanmak isteyip de, rüyasından uyanamayan birisinin çaresizliğiydi.” Uyanmak isterim! Ey İbnül Arabî Hazretleri, Allahın güzel dostu”demişti. O an İbnül Arabî’den açılan eller, gökyüzünden yağmur getirmişti de gözyaşlarına karışmıştı. “Ey Allah’ım! Bu Safiye kulun için açtım ellerimi, hidayetine erdiriver” diye, o güzel Allah dostu duasını etmişti. Yüreği yağan yağmurun kokusunda sarhoş olmuştu, hakikatinde koku öyle bir salınmıştı ki, rüyasında da onu terk etmeyecekti. Bilirdi artık o tanıdık koku, güneşli günlerin de bile, yağmurun saldığı, nahoşluğu ve sarhoşluğu ile kendini açığa çıkartacak ve hep kendini hatırlatacaktı. Kokuyu, hafızasına bir künye gibi takacaktı.
İnsan dediler adı unutandır, hep hatırlatmak lazım, düğüm bir kere çözülür de, gerisi senin dolaştırmamana kalmıştır. Hakikati rüya, rüyayı da hakikat sanırsan, işte o zaman dolana dolana dolaşırsın. Toprak, dünya da eşelendiğin yer, eşeler durursun. Görmezsin kazanın yanmaktan kararmış, ateşini terk eylemiş. Kuyunun dibinde bekler durur arınmak için. Hakikat sana olduğu gibi gelir. Fakat rüyanı yaşarken, her şey seninle semboller aracılığıyla konuşur. Kazanını, kızıp da tekmeleyecek olursan, edebe aykırıdır hali lisanın. Ancak onun bir hatırlatıcı olduğunu bilirsen, bırak tekmelemeyi, alıp başının üstünde gezdirirsin. O, yanmaktan karalar bağladı der durursun. Uyanmak senin, eşyanın ardını görebilmendir. Eşya ki her şey, canlı zannetmediklerin bile senin hizmetindedir. Gel gör ki karıştırılır, hakikat ile rüya. Dünya bir rüya halidir. Gerçeğin henüz elde açılmamış bir tohumdur. Toprağı ne ile ekersen, onunla tohumlanır, onun hasadı ile hakikatini yaşarsın. Rüyada bir toprak eşelersin de, hasretle gözyaşlarını ekersin. Gözyaşların dünyaya ektiğin, uyanmak isteyişinin sembolüdür yani tohumudur. Hakikat ise, kendini açtığın da, duana hakikatinden gelenler el açacaktır.
Yaşarken rüyanı, elinin değdiği taşı bile hafife alma derim.Hz. Musa’nın asasıyla dövdüğü taş boynuna künye olmuştur. Dinle beni ey Can! Bir gün Hz. Musa, bir taşa elbiselerini koyar ve nehir’e yıkanmak üzere dalar. Ancak taş, Hz. Musa çıkmadan yuvarlanıp kaçmaya başlar. Bu durumu gören Hz. Musa, hemen onun ardına düşer, onu yakalayıp asasıyla on iki yerinden vurur. Taş dile gelir ve “Ey Musa, ben Allah’tan aldığım emirle kaçtım. Yahudiler, Hz. Musa hastalıklıdır diye senin hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sen benim ardımdan çıplak olarak koşunca, onlar, senin vücudunda bozukluk bulunmadığını, sağlıklı olduğunu gördüler” der. Bunun üzerine Hz. Musa özür dilerse de, taş, bu özrü bir şartla kabul edeceğini söyler: “Üzerimdeki deliklerin birinden ip geçirmek suretiyle boynuna tak”. Hz. Musa bunu kabul eder ve o taşı boynuna takarak taşır.
Oda rüyasında aldığı duayı kulaklarına küpe gibi astı. Nasıl ki, Hz. Musa’nın karşısına çıkan taş engel gibi görünse de, o da hayatında engel gördükleri her olayın ardın da ona verdiği mesajı yokladı ve vermek istediği mesajı anlamayı niyet etti. Olumsuz gibi görünen her şey bizi kurtaracak, uyanışın bir parçasıydı.
Diyeceğim o ki rüya hali olan dünyanı yaşarken, gözünün gördüğü, yolda gider yürürken, kulağının işittiği, kalbinin hissedip çarptığı ya da sıkıldığı, ayağına takılan taş, elinde tuttuğun aş, her şey senin hakikatine giden yolda sembollerin ve uyarıcılarındır. Uyarıları dikkate alırsan hakikate varmadan uyanışın da senin olur.