Her sabah olduğu gibi yatağında iki büklüm kıvrılmış vaziyette açtı gözlerini sabahın ışıklarına karşı. Üşümüştü evet, gecenin soğuğu üstüne beton gibi dökülmüştü. Sanki yatağından kalkamıyor, hatta kımıldayamıyordu bile, sesi kısık bir şekil de “Anne” dedi. ANNE! Annesini her anımsadığın da gözlerinin önüne hemen kahverengi bir renk ya da aynı renkte bir elbise geliyordu: sanırım renklerin de bir dili var, diye düşündü. Kahverengi ona göre annesinin rengiydi. Naifliğin, zarafetin belki de kamufle olabilmenin rengiydi. İçi sızladı yanımda olsaydı diye düşündü, belki de artık kocaman bir genç kızdı ama hala onun sıcak kollarını arıyor, onun bağrına yaslanmak, ısınmak ve sıkı sıkı sarılmak istiyordu. Rutubetlenmiş silik sayfaların arasında hatıralarına sarılıp kaybolmak istercesine sarıldı günlüğüne, ne zaman eksik etmişti ki başucundan? Yine aradığı yerde başucunda duran sehpada ona her ihtiyaç duyduğunda elini attığı yerde onu bekliyordu.
Zar zor doğruldu yattığı yerden ve bağdaş kurarak oturdu yatağının içine, gözlüklerini takıp aldı eline günlüğünü, kapağı Maviydi sanki tüm sessizliklere inat coşku veriyor, tüm yalnızlıklarına paydaş oluyor, pembelerin ona eşlik etmesini beklercesine maviyi hislerinde erilleştiriyor ve maviyi de dillendirip konuşturabiliyordu, sanki renklerin bir dili vardı ve hep onu alıp bir yerlere götürüyorlardı. Dayanamadı birkaç damla yaş gözlerinden süzüldü ve çatlamış dudaklarına kadar indi. ANNE dedi, boğazı düğüm düğüm oldu boğazını yırtarcasına zor yutkundu, kalemini tutamıyor, bedeni zangır zangır titriyordu. Derin bir iç çektikten sonra sanki ona seslenircesine, elinde tuttuğu günlüğüne kocaman büyük harflerle GÜNAYDIN yazdı. Gözlerinde canlandırdı, burnun da hissetti, sanki mutfaktan kızarmış çıtır çıtır ekmek kokusu geliyor, sanki, sanki kulakları sağır olacak derecesinde annesinin ona “Yeter kalk artık yataktan” diyen sitemlerini duyuyordu, belki, belki de yanına çeker oturtturur ve omzuna yaslar kokusunu içine çekerdi.
Birkaç kez kalemini döndürdükten sonra kıvranmaya başladı, yapamıyordu, onsuz olmak, canından parça koparılmışçasına canını yakıyordu, yazamadı onsuzluğun hayallerini, yazmaya ne yüreği dayandı ne de zangır zangır titreyen elleri direnebildi. Döndü tekrar yatağının içine, odasında duran eşyalarını seyretmeye başladı. Annesinin dikiş masasından ders masası yapmış, en son yıkadığı halıyı ise, sanki dünyanın en iyi ressamlarının yaptığı tabloymuşçasına yatağının başucuna asmıştı, az tartışmamışlardı, kocaman vitrinin onun odasında ne işi vardı ve sırf bunun için bile kavga edebilmişlerdi. Dikiş masası ve vitrin, odasında nesi varsa hepsi annesinin rengiydi, ondan bir parça ve onun rengindeydiler.
Duvarlarını bile annesi boyamıştı, tüm renklere meydan okurcasına odasını bembeyaz yapmıştı ve kapısını da beyaza boyamıştı, umudun rengi beyazdır dercesine. Renkler kafasında konuşmaya başladılar, evet hatıralar, anılar, yaşananlar, kazançlar, kayıplar, hepsi birer anı ve bazen acı da verse, özlem de duysan, temelinde için beyazlığın temizliği kadar saf kalacak ve tüm renkleri her şeyi içinde barındırabileceksin ve ışığını asla kesmeyeceksin dercesine, renklerin dili beyninde yankılanıyordu. Attığın her adımda yeniden denemek zorunda kalsan da, düşüp düşüp her seferinde kalkacak dermanın kalmasa da ışığını koruyarak yansıtacaksın, yılmadan tükenmeden her seferinde, siyahlarını saklayarak o kapıdan çıkarken, arkanda bırakabilecek ve beyazlıklarla adımlarını yeniden, yeniden atacaksın diyordu.
Her zaman sakin kalamayan bir annesi olduğunu düşündü, neydi onu böylesine öfkelendiren, bazen de sindiren ama onu bir o kadar da güçlü kılan? Belki anlayacaktı bir gün ama anlamak için onun yokluğu bunun bedeli olmamalı diye düşündü. Onsuz gecelerinde annesinin dokunduğu her şey onunla konuşuyor, ona dokunuyor ve yol gösteriyordu. Kalktı yatağından güçlü olma zamanı dedi ve kendi kendine kararlı bir sesle “Hadi kalk” dedi, sanki Annesinden bu sözü duyarmışçasına titreyen çenesini ve ellerini sıktı. Dimdik olacaktı çünkü onun çok güçlü bir kahramanı vardı, yanında olamasa da her daim onunla konuşabilen izler bırakmıştı.
Her şeyi, her günü yeniden yaşamaya karar verdi, hiç yaşanmamışları, keşfetmenin hayaline kapıldı. Bu hayatta Annesi onunla konuşamasa da, biliyordu ki ayna da bakıp gördüğü, içinde hissettikleri her şey onun eseriydi. Güçlü olamayacak kadar düşmüş omuzlarını kaldırdı, sen ondan bir parçasın dedi. Hadi kızım toparlan ve at o adımını dışarı, bir kız gibi naif ve güçlü ol diyerek kendisiyle konuştu. Çıktı o beyaz kapıdan tüm kırgınlıklarını ve hayal kırıklıklarını içeri de bırakarak, çıktı çıkmasına ama o kadar yalnızdı ki, “Günaydın” dese belki duvarlar dile gelir de ancak onlar karşılık verebilirdi.
Evin dışına çıktığın da hayat bıraktığı yerde değildi sanki. Gerçekten ne kadar zaman dışarı çıkmadığını adım atmadığını düşündü biran, evet belki de kimse farkında bile değildi. Aylarca doğru düzgün kimse ile konuşmamış, dışarı çıkmamak için kendisini bu dünyadan eksik saymış, dünya ben olmasam da dönüyor ve döngüsünü tamamlıyor demişti. O an; işte o an fark etti, hayır dünya sen varsan dönüyor, sen iyiysen çiçekler açıyor, sen gülüyorsan güneş açıyordu, hangi insan bugün güneş açtı dese ve farkına varsa güneş o zaman anlamlanıyordu, kim farkındaydı ki, asıl sen farkındaysan hayat yaşanılır bir hal alıyordu. Dünya tüm acılarına rağmen her şeyi, herkesi içinde taşıyabiliyordu, ama yine de dönmeye ve güneş açmaya devam ediyor diye düşündü. Bu düşüncesi ona çok iyi geldi ve yaşadıklarım da hazineme bir değer katıyor dedi.
Uzun zaman gitmediği o okulunun kapısından içeri bir başka girdi, çünkü artık yüzleşecek bir şeyi kalmamış, kimsenin onun incitebileceği korkusu da kalmamıştı. Sadece kendi içine dönmesi gerektiğini ve olan her şeyin dışarıda değil, kendi içindeki odaların da saklı kaldığını biliyordu ve insan içine döndükçe gelişiyor diye düşündü. Annesi elbette ona bir gün gelecekti ve hep sormayı ihmal ettiği o soruyu ona soracaktı, “Nasılsın, nasılsın kızım?” diyecekti. Belki yine hayat telaşından ona sağır olacaktı ama ben buradayım diyebilmek adına onunla anladığı dilden, yalnızlığına ve hayata karşı verdiği mücadeleden nasıl çıktığını ve dimdik olabildiğini gösterecekti. Bu belki bir otuz yılına mal olacaktı ama Annesi bir gün onunda var olduğunu görebilecekti. Bu zamana kadar onu görmezden gelen birçok arkadaşı, onu dinlemek için can atıyor neden bu kadar ara verdiğini soruyorlardı, verdiği cevap çok hoşuna gitti, bir süre kendimle seyahatteydim dedi.
Evet, annesi çok çalışmak zorun da kalmaktan, diğer kardeşlerinin telaşından onu göremiyor, yanında olduğu zamanlar da bile, içine, gözlerine bakmıyor, konuşamıyordu. Sanki onunla hayallerinden konuştuğunun farkındaymışçasına susabiliyordu ve ona hiç sıra gelmiyordu. Öğrenmişti kendi kendine yetebilmeyi, yalnızlığından keyif alabilmeyi, kendisine sırlar verebilmeyi, öğrenmişti öğrenmesine de tek bir yer doldurulamıyordu, ama biliyordu bir gün ona dönecek ve “Sen nasılsın?” diyebilecekti…