Onun yaşadığı şehir öyle ıssız ve sessiz değildi. Azgın suların pençesinde yuvasını bulmaya çalışan balıklar gibi, dalgalarlarla her daim mücadele etmek gerekirdi. Yaşam, yuvaya varmak ve yuvadan çıkmaktı, ikisi arasında geçen döngüydü. Yuvada kalabilmek ise bir hayaldi. Kadın belki yuvadan çıkardı ancak en çok aklı orada kalırdı.
Alarmın sesiyle açtı gözlerini bedeni kalkmak istemiyordu ancak kalkmak zorundaydı. Bir an önce hazırlanıp işin yolunu tutmalıydı. Lacivert kumaş pantolonunu ve krem rengi bluzunu üstüne geçirdikten sonra, lavaboda sarı saçlarını derleyip toparladı ve yanlarından ikiye ayırdığı saçlarını arkadan tel tokalarıyla birleştirdi. Şehrine yeni yeni bahar gelmişti, bu yüzden sabahları serin oluyordu. Kapının önüne hazırladığı ceketini de aldı, ayaklarına da mor spor ayakkabılarını geçirdi, topukluları ise poşete yerleştirip çantasına attı ve onu kapıda bekleyen eşinin yanına koşar adım gitti. Eşi ve kızı arabaya binip yola koyuldular. Kızı okula, kendileri de işlerine gidecekti. O ise, metrobüs durağında onlardan ayrılacak, yolun ikinci etabına geçecekti. Metrobüs kuyruğu yaklaşık on iki metreyi buluyordu, her sıra çift kişilikti ve bu sıralardan toplam dört sıra vardı, her kapı ağzı için dört sıra ve bu sıralar çift kişilik ve metrelerceydi. İlk duraktan binmek bu kadar uzun beklemeyi gerektiriyordu ancak ara duraklarda vakit kaybetmektense ve bir saati aşan süre ayakta kalmaktansa, olmaya çalışılan düzende beklemeye razı geliyordu.
Her gün bir kavga çıkardı. Boş metrobüs gelir gelmez, dört kapıda aynı anda açıldığında, ön sıradakiler koşarak, en sevdikleri cam kenarındaki koltuk için yer kaparlardı. Bunu belgeseli izler gibi izlerdi, vahşi yaşamda avına giden yırtıcılar gibi yaparlardı bunu ve kollarının, bacaklarının kimlere çarptığının bir önemi de olmazdı ya da ayaklarına takılıp düşürdükleri insanlar bile umurlarında olmazdı. Bazıları o sevdiği koltuğu başkasına kaptırınca, başka koltuğa oturmak istemez ve geri sırasına dönerdi. Ancak döndüğünde sıfır noktasında kaldırımda bekleyen kişi geri çekilmezdi, geriye dönen kişi, çekilsene sıraya geri dönüyorum yer bulamadım der, sıranın başında tekrar yer almak isterdi. Kaldırımda sıfır noktasında duran kişi ben seni sıra da görmedim, ne bileyim ben daha önce bu sırada olduğunu dediği anda, kavga çıkardı.
Eğer şanslıysa arkalardan birisi onu şapkasından, arkadan gördüğü saç şeklinden ya da üstündekinden tanırsa, evet o sıradaydı der ve o zaman ilk sıra ona geri verilirdi. Ancak zamanla öndeki sıralardan en fazla iki ya da dört kişi bindiğinde arkada bekleyenler isyan etmeye başlarlardı. Çünkü herkesin işe yetişmesi gerekirdi. Ne diye bekleyip binmiyorsunuz diye bağıranlar, çağıranlar, kimi kulaklıkla müzik eşliğinde etrafta çalınmış zamanına bile aldırış etmeden, boyun eğerek sırasını beklerdi. Kimileri yumruk yumruğa gelirdi, bazıları bu kavgaları film gibi seyrederdi, bazıları da delikanlılık yapar ya da babalık yapar ayırırdı. Ya da hanımefendi biri çıkar sabah sabah yapmayın şunu, kavga etmeyin, herkes ekmeğinin peşinde sakin olun der yatıştırırdı.
Zamanla yeni bir sistem daha gelmişti ve eğer öndekiler binmezse, kenara çekilip, kapıdan girmeleri için arkalarında bekleyenlere yer açacaklardı, bu da öğrenilmişti nihayetinde çünkü öncesinde binmedikleri gibi birde kapının önünde beklerler, kimselerde o kapıya ulaşamazdı. İlerleyen zamanlarda önde bekleyenlerin yanlarında da yığılmalar olmaya başlandı, bu yığılmada bekleyenler, önde bekleyenlerin beğenmediği koltuklara oturabiliyorlardı. Sıra ise sadece , oturmak isteyenlerin sırasıydı, ayakta gitmek isteyen kişiler içinde sıra beklemenin anlamı yoktu ve öndekilerin yanındaki grupta yer alırlar, yer kalsın kalmasın metrobüse binmesi bile onun için yeterli olan kimseler orada bekler ve herkes bindikten sonra binerlerdi. Bazen bu yandaki kişiler, öndeki o iki kişiden önce hızlı davranır ve dakikalarca sıra beklemiş ve sırası ona gelmiş kişinin yanında, sıraya girmeden dikilir ve kapı açılır açılmaz gider ondan önce otururdu. Bu seferde kavgalar bunun için çıkardı, binen kişinin yanına gider, ağız burun birbirlerine girerlerdi. Bazen de sadece o haksızlıkla binen kişi, birde oturduğu yerden, dışarıda ona isyan eden kişilere el kol hareketi yapardı sanki birilerinin hakkını yememiş gibi.
Böyle bir karmaşa da, o da sırası gelince herhangi bir koltuk seçmez boş bulduğu koltuğa otururdu. İlk yaptığı kulaklıklarını takmak olur ve fonda sözsüz bir müzik açar ve kitabını çantasından çıkarır, kaldığı sayfadan okumaya devam ederdi. Yol boyunca bazen doktor randevusu için evden çıkmış teyzeler ve amcalar da olurdu. İş saatinde onların evden çıkması hiç istenen bir durum olmazdı. Çünkü herkes o metrobüse binmek için fazlaca çaba sarf etmiş, haksızlıklar yapmış ya da hakkıyla binip yolculuk ederlerken, teyze ya da amca, oturanlardan birisinin başına gelir yer isterdi. Bazıları bunları görmemek adına uyumuş numarası yaparlardı. Ancak onun öyle numaraları yoktu. İsteyen olursa kalkar yer verirdi. Üstelik 20 dakikadan fazla ayakta durması da yasaktı. Bunu karşısındaki yaşlı kişiye açıklayamazdı çünkü görünene göre ondan çok ama çok gençti. Yer vermezse ayıplanacaktı. Bazen o ihtiyar amca ve teyzeler çok uzağında kalırdı, bakardı hala kimse yer vermemişse, yakınında oturan kişilere kalksanıza, ayıp olmuyor mu derdi ancak çok meraklıysan sen yer ver diye karşılık alırdı.
Bir keresinde sıra ona gelmiş tam oturacakken, oturmadan önce koltuğun önünde, ayakta montunun fermuarını çekerken, ayakta kaldığı süre zarfında koltuğuna geçmiş poposunu oturtmuş, orta yaşlarda bir kadını gördü. Oturmadan önce dönüp koltuğuna bakmasaydı, neredeyse kadının kucağına oturacaktı. Cidden koltukta ayakta üstünü düzeltirken onun koltuğuna oturmayı nasıl başarmıştı. İnanır mısınız kalkmamıştı ve ayakta kalan o olmuştu. Ne tuhaftı, insanların kıçları bu kadar oturma sevdasında nasıl olabilmişti. Yine bir gün önde sıra beklerken, tam önde olduğu bir anda, kapının açılmasıyla, solunda bekleyen kişi de adımını atmış ve onun yere serilmesine neden olmuştu, düşmemişti sadece, yerde iki metre uzanmış, ağzıyla, yüzüyle birlikte yere kapaklanmıştı, kimse de elinden tutup kaldırmayı düşünmek kenara dursun, üstünden atlaya atlaya geçmişlerdi. O kadar canı yanmıştı ki onu düşürenin kim olduğu da belli değildi. Sızlayan dizleriyle ayakta kalmıştı. Söylenmeye başladı ve üstelik canının acısıyla bağıra çağıra, topluma seslenircesine, siz oturanlar, üstümden atlaya atlaya geçen insanlar beni düşüren bir kişiydi ancak çoğunluğunuz üstümden geçtiniz, birinizde el vermediniz, nerede sizin insanlığınız demeye başladı, ağzına gelmeyen o dil değmemiş hakaretleri bir bir sıralamaya başladı. Orta yerlerden bir adamın sesi gelmişti. Hanımefendi kusura bakmayın, sizi ben düşürmüş olabilirim, özür dilerim demişti. Buyrun lütfen oturun demişti ancak onun aklı onu düşürenden çok, o çoğunluğun, nasıl da üstünden atlaya atlaya popolarını oturtturmanın derdine düşmeleriydi. İnsanlık neredeydi ve nerede kaybedilmişti.
Metrobüsden indiği anlarda o kadar yorgun düşüyordu ki, bir de üstüne işe gidip çalışması gerekirdi. Allahtan evden erken çıkıyordu da, soluklanmak için, üst geçidin ve Adliyenin karşısında çadırdan bir alanda poğaça ve çay servisi yapılan yerden, bazen bir bardak çay alıyor ya da Türk kahvesi alıp, üç ya da dört dakika içinde içip, işe varmak için geri kalan onbeş, yirmi dakikalık yolu yürümeye başlıyordu. Nihayet işin kapısını buluyordu ve birde bunun geri dönüşü olacaktı. Geri dönüş ki ara durak ve bambaşka duraklardı. İşe vardığında ful konsantre çalışıp zamanında, işten çıkması onun için çok değerliydi, eğer beş dakika geç çıkacak olursa, ara durak olması nedeniyle, sadece o saatte gelen boş metrobüsü de kaçıracaktı. Yoğun ve işlerin bitmediği zamanlarda da, işten zamanında çıkamamışsa, işin ve stresin yoğunluğuyla, yolculuğun vereceği stresi de üst üste katlamamak adına, eve, yuvasına, stresi götürmek istemezdi.
Çıkışta duyduğu ezan sesleri, zamanla onun ayaklarını camiye götürmeye başlamıştı. Cami avlusunda bekleyen amcalar ona şaşkın şaşkın bakardı. Dışarıdan göründüğü, sarışın, makyajlı ve başı açık birisiydi. Amcalara, abdest alınacak ve namaz kılınacak yeri sormak üzere yanaştığında, arkasındaki bir ses, buyurun hanımefendi ben size yolu göstereyim diye caminin arka tarafında kalan, abdest haneyi göstermiş ve kadınların girişi de burası demişti ve yanından ayrılmıştı. Abdesthanede üzerindekileri çıkarıp abdest alması zamanını alsa da, o bir damla huzuru hissedebilmek adına buna değer demişti. Ancak kadınların giriş yeri dar bir kapıydı, erkekler gibi caminin ana girişinden ferah ferah kapıların açık olduğu bir alan değildi. Karanlık ve yukarı doğru çıkan uzun ve dar basamakların olduğu bir yerdi. Küçük, dar bir tahta kapıyı açarak içeri girebiliyordu. O sırada neden erkeklerle aynı yerde, alt katta ana girişin olduğu yerde bir kenarda namaz kılamayacağını sorguladı. Kadınlara ayrılan yer, çatı katında küçücük, bakımsız bir alandı. Kimsecikler yoktu ve buda o an işine gelmişti. İbadeti belki hakkıyla yapabilecek sure bilgisi ve meal bilgisi yoktu ancak Yaradanının yanında olduğunu hissetmek ve ona kavuşmak gibiydi, ibadeti. Çoğu zaman tutamazdı gözyaşlarını, yuvası ona neden bu kadar uzaktı. Uzak ve erişilmez gibi hissederdi. Sahi acele etmeden yaşadığı anlar olmuş muydu ve rahat rahat evini derleyip, toparlayabildiği, düzenine aşina olabildiği ve tertemiz kokan, hani şu her şeyi yerli yerinde bırakabildiği zamanları olacak mıydı? Yıllarca çıldırmış gibi koşan, kavga eden bu şehirde aslında bir an bile kalmak istemiyordu. Baksana dizleri bile, eğilip doğrulamadığı için sandalye üstlerinde daha bu yaşta bile ancak bu şekilde ibadetini yapabiliyordu.
Onu yoran insanlardı, şehrin gürültüsünde kaybolmuş, önlerine belki bir tabak yemek koysan doyacak ancak, hiç doymayacaklarmış gibi koşturan insanları gördükçe sorgulamadan yapamıyordu. Sistem insanları nasılda robotlaştırmış, duyguları ve nezaketlerini almıştı. Erkeğin kadınlarla yarıştığı, hamilesine bile yer verilmediği zamanlar. Yolculukta hamile olduğu zamanları da olmuştu, çoğu zaman ona yer verilmediği zamanları da olmuştu, hatta binmek isterken arkasından iri yarı bir adamın kapüşonundan çekip, hey nereye, sen sırada mıydın diye sorgulandığı zamanlar bile olmuştu. Karnını görmeleri onlar için çoğu zaman bir şey ifade etmezdi. Binme o zaman işine taksiyle git diyenleri bile duymuştu. Kar, kış demeden sekiz ay bebeğiyle de yolculuk etmişti, hemde bu çıldırmış şehrin içinde, tam da içinde. Çıldırmış bir şehir, çıldırmış insanlık ve çıldırmış toplum da kadın olarak var olabilmek, bir bebek taşısan da sisteme onlar gibi vahşice uyumlanmanın beklendiği zamanlar, vahşilikleri ile seni bir görebildikleri zamanlar, kadın anatomisinde, hem bedenen üretmek, hem zihnen, hem fizikken üretmek, koşar adım bu çılgınlıklara adapte olabilmek, ekmek parası kazanmanın amacından çıkılmış başka bir hal almıştı. Tacizlerin gözler önünde yapılmaya çalışıldığı, kadının bir saç telinden bile tahrik olunduğunu gördüğü zamanlarda da, avaz avaz, hiç tanımadığı kadınları bile koruyabilmişti. Evet, işte onun için oturmak zorundaydın, o koltuğa bir kadın olarak, kendini koruyabilmek için oturmalıydın. Hayır, erkeksen o koltukta senden daha fazla tacize uğrama ihtimali olabilecek kadına yer vermeliydin. Erillerin, dişilleşmeye başlandığı, dişillerin ise erillenmeye başlandığı bu toplum da, dengede olabilmek en güzeliydi. Çıldırmış bir şehir ve toplum ancak bu şekilde dize gelebilirdi.
1 comment
Ne güzel anlatmışsin.