GECE BOYU MASALLARI

Sarı, kalın kulplu, önden kapaklı çanta, omuza takılan cinstendi, sırta takılan cinsten değil. Sabaha gözlerini açar açmaz, annesi ona gülümseyerek vermişti. Gördüğünde çok mutlu olmuş ve hemen kitaplarını içine doldurup okula gitmeyi hayal etmişti. Gidecekti de, sırta takılan cinsten olmadığı için herkesin dikkatini çekecekti. Sebebini, daha o yaşta fark etmişti, taşımayı ne çok sevdiğin şeyler olsa da, standardın dışına çıktığında tepki alırdın. Bilmiyordu, büyüdükçe standardın dışına çıktığı zamanlarda da, kalıplarda kalmadığını, gözleri kendilerinde değil de,  hep etrafında olanların bakışlarından anlayacaktı.

Ama çantayı taşımanın heyecanı içini doldurmuştu ve tek tek sırt çantasındaki kitapları ve kalemliğini boşaltarak, özenle yeni çantasına doldurarak omzuna yerleştirdi. Yolda yürürken, dükkânların camlarında kendini görüyor, sevine sevine okula gidiyordu. Okula vardığında henüz kimse fark etmemişti, içi rahatladı. Ancak okul çıkışında herkes evin yolunu tutarken, kız arkadaşları görmüş, “Bu ne? Büyük çantasına benziyor. Rengi de sarı, hem baksana hiç kullanışlı değil. Sırt çantası daha kullanışlı. Sen en iyisi mi sırt çantanı tak” diyenler cümlelerini ardı ardına sıralarken ona konuşma fırsatı vermiyorlardı. Bilmiyordu büyüdüğünde de, kendisiyle barışık olmayan birçok insan, cümlelerini yarıştıracaklar ve ona sıra bir türlü gelmeyecekti. Çünkü konuşacakları birçok kişi olsa da, bir kendileri ile konuşamayacaklardı. Bir süre çantadan hevesini alana kadar en azından takmaya devam etmiş, sonra daha fazla cümleler duymamak adına, o da sırt çantasının standartlığına geri dönmüştü. Bilseydi, kendine ne yakıştırıyorsan oydun, diğerleri sende görüp, cesaret gösterip de, kendinde taşıyamadıkları şeyler için ancak kelimelerini yarıştırırlardı. Kendin olabilmek cesaret isterdi.

Resim dersi olmuş, herkesten içindeki bir resmi çizmeleri istenmişti. Herkes kedi, köpek ya da araba çizmenin becerisindeyken onun böyle bir resim çizme yeteneği yoktu, ancak rengârenk kalemleri vardı. Arkadaşı ondan kalemlerini kullanabilir miyim demek yerine, bakıyım sen ne çiziyorsun “Aaa daha bir şey çizmemişsin, zaten benim kadar güzel çizemezsin” diyerek, elindeki renkli kalemleri tek tek alıyordu. Daha alamazsın demesine kalmadan, yeşili, kırmızısı, sarısı elinden alınıyordu. Bilmiyordu, büyüdüğünde herkes elindekilerin kıymetini bilip, onlara sarılmak ve onlarla en iyi ne yapılabileceğine bakmak yerine, başkasının elindeki renklere gözleri takılı kalırdı. Senin elindekiler onların elinde olsa ne yapılabilirim derler ve senin duygularını da sömürüp elinden, renklerini alarak resimlerini yaparlardı. Ancak sahip olduklarıyla değil, senin sahip olduklarınla yaparlar, sonra da altına kendi imzalarını atarlardı. Zaman verilseydi, düşlemesine, izin verilseydi, düşlediğini çizebilecekti. Gökkuşağı başkalarına çaldırdığı renkler yüzünden çizilememişti.

Tarih dersi olmuş, kompozisyon yazma vakti gelmişti. Kelimelerini duymaya açık olmayan kişilerin, dinleme tahammülleri de olmadığı için, hep duygu ve düşüncelerini günlüğüne akıtırdı. Yazmayı da çok severdi. Konu Sakarya Meydan Muharebesi idi. O tarihi içine sindirmiş, duyguya girmiş, yüreğinden akanları sıralamıştı. Sıra sesli okumaya geldiğinde, kompozisyonunu okumuş ancak sınıftakilerin çoğunu gülme almıştı. Öğretmeni beğense de, gülme sesinden kaleminin akıttığı duyguları onurlandıramamıştı. Çünkü öğretmeni de, bizlere konuyu anlatırken gözleri dolmuştu ve ondan ilham almıştı. Herkes Sakarya Meydan Muharebesinin yaşandığı tarihleri, cepheleri ve tarafları anlatırken o yine kalıbın dışına çıkmış, duygularına yer vermişti. Bilseydi, büyüdüğünde duygular, hissetmeyen kalplere açılmamalı ve kalem kişilere ve konulara göre değil, içinden akanlara göre özgürlüğüne kavuşmalıydı. Duyguların standardı olamazdı ve herkes gülmekten ağlamanın eşiğine geçtiğinde anlayacaktı.

Matematik dersine sıra gelmişti, konu köklü sayılardı. Öğretmeni onun çekingenliğinin farkında olduğundan dolayı, tahtaya kaldırmıştı. Öyle bir köklü sayıydı ki parantezi aç aç bitmiyordu. Sırtı sınıfa dönüktü ve takıldığı yerde, öğretmenine bakacak cesareti bile yoktu, çünkü arkasını dönerse, yapamadı diyeceklerdi. O yüzden yavaş yavaş ve dikkatle çözmeye karar vermişti. Bir ders bitmişti ama köklü sayı çözülememişti. İşte istemediği olmuş, teneffüse çıkacaklardı. Ancak son dakika öğretmeni, teneffüse çıkmıyoruz demişti ve işlemin bitmesini bekleyeceğiz demişti. Belki onun için işleme ara vermeden devam etmek mantıklıydı ancak öğretmeni içini bilseydi, birde onun yüzünden teneffüse çıkamayan bir sınıf vardı. Soru yirmi dakikasını daha almış ve tüm tahta işlemle dolmuştu, nihayet denklem doğru şekilde çözülmüştü. Bilseydi, büyüdüğünde de çözemeyeceği problemleri olacak ve bu konular belki de dilden dile sakız olacaktı, hatta dedikodusu bile yapılacaktı. Sen belki sorunu karşına alıp kendi kendine mücadele ederken, diğerleri, “Oh be ne güzel hayatı var!” diyeceklerdi. Ya da ne bitmez problemlerin var deyip seni dinlemek bile istemeyeceklerdi. Birisine el uzatmak, kolunu kaptırmanın ihtimalinde kaybolacak, o el uzatılamayacaktı. Unutulacaktı, bir elin nesi var, iki elin sesi var. Hâlbuki hayatta daha iyi çözüm elde etmek için sakin kalıp, kendine zaman verip acele etmeden, çevreye değil sadece kendine odaklanarak çözülemeyecek şey olmadığını anlayacaktık. Çoğu sorunda insanlar kendi kendilerine yalnız bırakılıyor. Anlatırsa, anlatacaklar, ağlasa ağlatacaklardı, gülse hayat ona güzel olacaktı. Hep olacaktı, en iyisi elin eline gidene ve eli sana gelebilene el verilmeliydi. 

Beden dersine geçilmişti, okulun bahçesine minderler yerleştiriliyordu. Uzakta kalıp seyretmeye karar vermişti. Takla atmak istemiyor çünkü bir türlü başaramıyordu. Uzakta kalıp seyretmesine öğretmeni izin vermişti. Çünkü daha önce defalarca denemiş olmamıştı. Ancak okulun koşu bölümündeydi ve hızlı koştuğundan yarışmalara katılırdı bu yüzden takla atmak istemediğinde öğretmeni de ısrar etmezdi. Bu sefer dalga geçecekleri bir şeyleri yoktu çünkü öğretmeni ve okulu tarafından kabul görmüş ve başarı elde etmiş olduğu için kimse sesini çıkarmazdı. Konu takdir etmeye geldiğinde dilleri susardı. Bilseydi, büyüdüğünde de eğer iyi bir şey yapıyorsan, hazmedemeyenler takdir etmek yerine, onlardan onay almak istediğinde susmayı tercih ederlerdi. Bu yüzden onaylanmak için onların kapılarında beklememeliydin. Eğer popülerite sınıfında bir işin varsa “Oooo!” denilirdi. Ancak Popüler bir mesleğin yoksa “Oooo!” diyenlerden onay ve takdir almanın yanlış olduğunu anlardın. Yaptığın iş için ne kadar dirsek çürütürsen çürüt, ne kadar sınavlar verirsen ver, kimse gittiğin yoldaki sürecini takdir etmezdi. Sadece sonuca odaklanıp, yüzdelik hesaplamalarda, analitik sayılarda takılı kalırdın. Oysa ne çok çalıştığını, ne şartlarda yol kat ettiğini en iyi kendin bilirdin ve takdir edip onurlandıracak olanda kendinden başkası değildi.  Alkışlanma zamanı geldiğinde o eller standardın eşliğinde harekete geçerdi, önemli olan yoldayken sana omuz verenlerin olduğunu görüp onların kıymeti eşliğinde yolculuğun keyfine varmaktı.    

Biliyordu, büyüdü ve büyümeye devam ediyordu. Ancak büyüyen bedenden daha çok duygusal gücü ve ruhunun deriliklerinin genişlemesi olmuştu. Büyüyebilmenin bile erdemi vardı. Asıl büyümek ve yaş almak, yaşanmışlığın hakkı ve dersinde, tecrübeler eşliğinde senden daha az başlangıçta olanlara kibir ve aşağılama,  kendilerini yüceltme eşliğinden daha çok, onun yürüdüğü yolu görüp, yüzüne gülümseyebilmek ve bir iki çift motive söz ile nasihat edebilmekten geçerdi. Kendi geçmişlerinin, intikamını almak istercesine, dilleri zehir saçmamalıydı. Hedefler güzeldir, peşine sürüklenmek ve sonuca odaklanmak yerine anda hedefin için neler yapabiliyor olman ve yolu yürüyebilmen önemlidir. Bir gün yolda kalsan da, bilirsin ki oraya kadar yaptıkların bile sana yeter, çünkü sen sonuca odaklanıp endişe ile gitmedin o yolu; keyfini çıkardın, özgür bıraktın hayallerini, sözlerini, konuşmalarını, yaptıklarını, yapamadıklarını, zaman kıskacına değil, sendeki özgürlüğüne bıraktığında hiçbir şey, ya da hiç kimse senin hayal kırıklığın olmayacaktır. Yollar çeşit çeşit, gökyüzü gibi,  yani kuşlar gibi özgür olup,  koca gökyüzünde birbirlerine çarpmadan nasıl uçuyorlarsa, bu koskoca hayat yolunda da kimsenin yoluna girmeden, kimseye elin, kolun değmeden de kendi onurunla devam edebilirsin. Hz. Mevlana ne güzel söylemiştir.

Benim hayatımı yargılamadan önce,
Benim ayakkabılarımı giy ve
benim geçtiğim yollardan,
sokaklardan,
dağ ve ovalardan geç.
Hüznü, acıyı ve neşeyi tat.
Benim geçtiğim senelerden geç,
benim takıldığım taşlara takıl.
Yeniden ayağa kalk ve
aynı yolu tekrar git,
benim gittiğim gibi.
Ancak ondan sonra,
beni yargılayabilirsin.
Geçer dediklerimi geçirdim,
biter dediklerimi bitirdim.
Nefret ettiklerimi sildim,
silkindim yeter dedim.
Geride bıraktıklarım
hesap sormaya kalkmasın
o yüzden bana.
Farkında olduğum için var oldunuz,
vazgeçtiğim için bugün yoksunuz…
Hz. Mevlana

1 comment
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You May Also Like

KAR KÜRESİ

Yastığın kenarı ıslak, gözleri şiş, başında sanki tonlarca betonun ağırlığı, yutkunmak istiyor ancak boğazı direndiğinden, yutkunamıyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Hala başucundaki mumluk yanmaya devam ediyor, mumun içeriğindeki gül…
Görüntüle

BİR RÜYA

“Bahçede oturmuş, toprağı kazıyordu. Kazıyordu ancak bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu. Bu bir acının verdiği gözyaşı değildi. Onun ağlaması hasrete akan gözyaşlarıydı”. Bahçede bir kuyu vardı, kuyudan su…
Görüntüle

İKİNDİ ZAMANI

“Gene yalnızım ve yalnız olmak istiyorum; temiz gök ve açık denizle yalnız. Etrafında yine ikindi oluyor.” Tam bu satırları okuyup, sıra ikindi kelimesine geldiğinde ikindi ezanı okunmaya başladı. Evet, bahçede bir…
Görüntüle

SESİNDEN GEÇERKEN

Bir ses duyduğun. Her gün yaşadığın aynı insanların sesleri, evet o sesler kulak hafızasındaydı. Her gün duyuyordun o sesi, ya bir gün, bir gün göremez ve duyamazsan, ses sana uzun…
Görüntüle

INSIDE (İÇTE)

“İnsanın en huzurlu olduğu anları, içindekilere, kendisine giden yolculuğuna çıktığı, öz varlığına giden yollarda yoğunlaştığı anlardır”dedi. Öyle bir andı onun ki, ancak ne olduğunu bilmediği bir duygu hali ile kendini…
Görüntüle

SEN NASILSIN…

Her sabah olduğu gibi yatağında iki büklüm kıvrılmış vaziyette açtı gözlerini sabahın ışıklarına karşı.  Üşümüştü evet, gecenin soğuğu üstüne beton gibi dökülmüştü.  Sanki yatağından kalkamıyor, hatta kımıldayamıyordu bile, sesi kısık…
Görüntüle