“Gene yalnızım ve yalnız olmak istiyorum; temiz gök ve açık denizle yalnız. Etrafında yine ikindi oluyor.” Tam bu satırları okuyup, sıra ikindi kelimesine geldiğinde ikindi ezanı okunmaya başladı. Evet, bahçede bir bankta, elinde kitabı, tıpkı satırdaki gibi temiz gök altında, yanına aldığı termosundan kahvesini yudumluyordu. Sanki tüm zaman, bu satırları fark etmesi için ona göre dizayn edilmişti. Görmesi gereken bir ikindi satırı ve onu ikindi zamanına çeken ezan sesi vardı.
Kendine alan açmak, yaralı yerlerinin pansumanı için yolda giderken “Ya canım acırsa?” diye endişe ederken, pansuman olduktan sonra, “Korkacak o kadar da çok şey yokmuş” demek gibiydi. İnsan bazen kendini dinlemekten korkardı. O gün de yoğun tempolu bir haftanın içinden çıkmış, nihayet hafta sonu gelmişti. Haftanın son günlerin de, ayrı ayrı yapılacak işler zihninde sıralıydı, her ne kadar dışarıdan belli etmese de, yetiştirmesi gereken birçok şey vardı. Çocukları, yemekleri, temizliği, aile ile birlikte geçirilecek zaman, hafta içi fırsat bulamadığı için alması gereken yabancı dil eğitimin dersleri, içini akıtmak ve hayallerine yer açmak için, kalemini kullandığı boş sayfalar onu beklemekteydi.
Evdeki işlerinin sadece bir kısmını hallettikten sonra, içinden yalnız kalmanın ve birkaç satır okuma isteğinin susmamasından dolayı, kendine alan açması gerektiğini fark etti. Gökyüzü tüm berraklığıyla ile onu beklemekteydi. Bunun için önce evdekilerin nabzını yokladı. Herkes sakindi. Çocuklarından birisi ödev yapıyor, diğeri oyun oynuyor, eşi de alışverişten gelmiş dinleniyordu. Sonra eşine “Ben bahçede biraz yürüyüşe çıkacağım” dedikten sonra bu yol kahvesiz olmaz diyerek, sıcak su hazırladı ve sonra da kokusuna dayanamadığı kahvesini, termosuna doldurdu. Evet, her şey hazırdı, kitabı, kahvesi ve en önemlisi kendisi için açacağı alan.
Bahçeye iner inmez birkaç tur attıktan sonra oturdu banka, kitabın kaldığı sayfasından devam etti okumaya ve işte tüm anlar, hazırlıklar o satırın içine işlenmesi için, eşzamanlılığın eşliğinde kulağına gelen ikindi ezanı ile idrak etti. İkindi zamanı diye bir şey vardı. Hayatın gün doğumundan, gün batımına kadar geçen süre gibiydi insan hayatı da. Bir çocuğun doğumu gibiydi gün doğumu, günün en kıymetli zamanı, güneşin karanlıktan aydınlığa doğduğu ve bize armağan edilen ve sonunun nasıl biteceğini bilemediğimiz günün önümüze doğuşu gibiydi.
En bereketli zamanlardı, ne kadar erken kalkıp, gün doğumuna eşlik edersen, o gün de, sana sunacağı bereketli zamanı verecekti. Bize sunulmuş yeni bir gün için, hayata yeni gözünü açmış bir bebeğin varoluşu sevincinde günümüzü kutlamalıydık. Bir bebek büyümek için acele edemez, belli bir zaman diliminde geçireceği hayatın temel öğretilerini almak zorundadır. Hayatın içine akmadan önce, hislerin ne olduğunu öğrendiği gibi. Acıktığını, susadığını, acı çektiğinde, acıdığı yerini gösterebilme ve anlatabilme yetisini almak zorundaydı. İnsan döngüsünde var olması tartışılmaz döngülerimiz gibi. Ancak bu gözle bakıldığın da, sabahın içine, akşamları sığdırmak, daha yürüyemeyen bir çocuğa koş dememiz gibi olacaktı. O yeni doğan güne, dünyaya yeni gözlerini açmış bir bebek gibi bakabilmek ve hayattan almamız gereken ve görmemiz gerekenleri görmemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyordu. Gün, bizim için doğdu, doğar doğmaz bitmesinin telaşında olmak, varlığımıza karşı vicdansızlık olacaktı.
Sabahları yapılması gerekenlerin koşturmacısında, ne zaman öğlen vakti olduğunu anlayamadığımız gibi hayatın yarısına da ne zaman geldiğimizi anlayamıyoruz. Hayatın yarısına gelene kadar, devamının gelip gelmeyeceğini bilmediğimiz zaman dilimi için sistemin içinde var olmaya çalışırız ya da sitemin içinde kayboluruz. Hep bir telaşla geçer, iyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyiler sıralamasında koştururuz. Ancak kimin için iyi olacaktır, kendimiz için mi, sistem için mi? Önceliklerimiz, kendi varoşlumuzun ihtiyaçları değil de, sosyal çevrenin içinde var olabilecek iyilikler sıralamasına kendimizi koyar, o sıralama için didinir dururduk.
Artık günbatımından önceki son çıkıştır ikindi vakti, bütün hatalı tekrarların yapılma şansının kalmadığı, sistemin değil de, kendi varoluş sıralaman da, bir yere varabildik mi sorusunun sorulduğu o vakit. Zaman su gibi akmıştır da ömrün ilkbahardan çoktan çıkmış, sonbahara doğru adımını atmıştır. Hâlbuki zaman da doğrusal değil göreceliydi. Saatler bizlere bu algıda kalabilmek için kolumuza taktırılmıştı. Saat olmasaydı nasıl bir yaşam olurdu. Sistem var olamazdı, sadece sen var olabilir, ihtiyaçlarına göre hızlanır ve yavaşlardın. Sistemin olmadığı bir yerde kendin olma halinde, ne yetişmesi gereken işlerin stresi oldurdu, ne de şu saatte şurada olacağımın telaşı. Telaşlarımızı adım başı hatırlatan bir zaman kıskacı kolumuzda kelepçe gibi takılı olmazdı.
Gün batımından önceki, son şanstı ikindi, geriye dönüp, ne kaldı, ne eksikti, neyi çok yaptım, neyi eksik yaptım, diyebilmenin sorgulamasaydı. Belki de o yüzden en verimli zamanlar bu ikindi vaktinden çıkardı. Seksen beş yaşında vefat eden birisinin en verimli olduğu yaşlar ve onun ikindisi altmışlı yaşlarıydı. İlk kendisine sonra çevresine, çünkü insan kendine veremediği bir şeyi, en verimli halleriyle başkalarına da veremezdi. En iyi verimli konuşmalarını, yazılarını, çizgilerini ve ne yapıyorsa en verimli halleriyle o zaman yansıtabilirdi. İşte zaman böyle seninle konuşmaya başlar ve seni harekete geçirirdi.
Kendimize alan açmak, gün batmadan, çoktan bileti kesilmiş ömrün içinde nefes alabilmek ve zamanın su gibi aktığı bu evrelerde, kendimizle kaldığımızda zamanı durdurup, ileri geri sardırarak, hem geçmişi şifalandırmak ve hem de trenden inene kadar, yolun seyrinde kalabilmek için önemlidir. Bahçede açılan o alanla, eve enerjisi iki kat dönmüş ve o enerji ile büyütmesi gereken dalları gibi çocuklarına enerjisini akıtmıştı. Günün bir diliminde ihtiyacın olduğunda, zamanın durdurma düğmesine bas ve kendine alan aç, kendini dinle, dinle ki köklerin yenilensin, sen yenilen ki, senin enerjin ile beslenmek zorunda olan her şey de bu verimi senden alabilsin.
O günün fotoğrafı
