Yastığın kenarı ıslak, gözleri şiş, başında sanki tonlarca betonun ağırlığı, yutkunmak istiyor ancak boğazı direndiğinden, yutkunamıyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Hala başucundaki mumluk yanmaya devam ediyor, mumun içeriğindeki gül kokusu odasını dolduruyordu. Yatağından kalkmak istese de kalkamıyordu.
Sırılsıklamdı, titriyor, canı yanıyordu. Bugün dedi bugün neyi öğrenmeliyim ki boğazım yutkunmak için direniyor, vücudum ateş içinde ve ağrıyan bedenim ne anlatmak istiyor diye söylene söylene etrafında ne varsa zorlansa da üstüne geçiriyordu. O kadar canı yanıyordu ki yerinden kalkamıyor, konuşamıyor, yutkunamıyordu. Nefes almak bu kadar zor olmamalı diye hıçkırıklara boğuldu. İnsan dedi canı yanarken ne diye sayıklar? Anne diyemedi, Allah’ım diyemedi, birini söylese yük olmak istemezdi, diğerini söylese sadece kötü günlerinde çağrılan dost gibi kapısını çalmaya yüzü yoktu. Telefonu çalmıştı, yine dost imdadına yetişir gibi telefonunun çalmasına vesile olan Allah’ına şükretti. Ne yapsam da elimi hiç bırakmıyorsun dedi. Arayan eşi idi, “Sabah giderken uyuyordun nasıl oldun diye sormak istedim” demişti, konuşmakta zorluk çekerek, “Damaklarım bile ağrıyor, ateş içindeyim, iyi değilim”diyebilmişti.
Biraz zaman geçmiş eşi onu alıp hastaneye götürmek için yanına gelmişti. Yataktan çığlık çığlığa kalkıyor, kalkmamak için vücudu öyle bir direnç gösteriyordu ki, sanki canlı canlı bedeninden parçalar koparıyorlardı. Eşi bu dirençsiz duruşuna anlam veremiyordu. Çünkü o güçlü ve her zaman, her durumda dik durabilirdi. Hastaneye vardıklarında doktor bir sandalye istemiş onu odaya almamız gerekiyor demişti. Görünen bademcik iltihabı ama bu duruma gelmesini başka bir şey daha tetiklemiş olabilir demişti.
Tüm değerlerini görmek için kan alacaklar ve yatışını yapacaklardı. Odaya taşıyan görevlinin adeta bir anne şefkatinde “İyi misin?” diye panikle sürekli sorması ve eşine “Abi ablaya iyi bak” diye tembihlemesi, ses tonu ise acıyan ruhun bedene yansımasını görmesi gibiydi.
Kan almak için gelen hemşire damarlarını bulamıyordu, normalde böyle bir sorun yaşamazdı. Ama dokunulmasına bile dayanamayan bedeni bu işleme nasıl dayanacaktı bilmiyordu. Hemşire çaresizlikle denemeye devam ediyor ama kan alacak damarı bulamıyordu ve en sonunda çektiği acıya dayanamayarak bayılmıştı. Gözlerini açtığın da başarısız olduklarını görmüştü, işlem devam edecekti, dayanamıyordu. Artık bir çocuk gibi ağlıyor, istemiyorum diye inliyordu. Do-kun-ma-yıııın!!!
Başka bir hemşire de gelmişti şansını denemek için, o an denenmemiş neresi varsa yokluyordu. Ancak bu duruma eşi bile şaşırmış ne yapacağını bilememişti. Kadın darbeyi yapmış alınabilecek en sağlam yere iğneyi sokmuştu. O an attığı çığlığı asla unutmayacaktı. Çünkü kimse bilemezdi bedeninin isyanını sadece o hissedebiliyordu. Artık içinin yangını, vücuduna dem vurmuş, tüm damarları çekilmişti. Bütün bedeni kaskatı kesilmişti.
Doktor sonuçları almış yanına gelmişti. O sırada doktoru dinliyormuş gibi yapsa da dinleyemiyordu. Sadece eşinin dediğini duymuştu. “Onu ilk defa böyle görüyorum. Birçok defa ameliyat oldu onu ilk defa böyle görüyorum” demişti. Evet, bir ameliyatı hatta yedi saat sürmüştü ve bir ay yatağında direnlerle yaşamıştı ancak yine de böyle canım acıyor dememişti. Dememişti evet onu bir bademcik iltihabı mı bu hale düşürecekti, kim duysa inanmazdı ancak o çok iyi biliyordu. Bedeni isyana başlamıştı. Beni buradan iyileşmeden çıkarmayın diye söyleniyor, hastanelerden kaçan o insan artık orada yatmak istiyor, hayattan sanki kaçmak istiyordu. Sahi ruh’un bağışıklık sistemi yoktu. Düştüğü her an ilk defa düşmüş gibi acıtabiliyordu, alışamıyordu.
Yıllarca hoyratça davrandığı o bedenin, ruhun isyana geçişiydi. Sonrasını o bile düşünmek istemiyordu. Kanserle kendini yok eden bir beden hali almaktan korkuyordu. Ya ruhunu temizleyecekti, ya da bedenini. Yoksa artık bu evren işe yaramaz atıl bir varlık olarak görüp onu yok edecekti. İlaç tedavisine başlayacaktı ve kendisini besleyecekti. Beslemek sadece bedenini değildi elbette kendisini de besleyecekti. “Tanışmaya var mısın?” dedi. Burada bir sen var görebiliyor musun? Sana artık kendini bu acılarla hatırlatmaya başladı.
Hep severdi kar kürelerini eve geçtiğinde kızının odasına gitti ve dolabından kar küresini çıkardı. Kar küresinin içinde beyaz kanatları olan bir melek vardı. Kar küresini ters çevirdi ve sonrasında yukarıdan aşağıya akan bembeyaz tomurcukları hiç bir tanesinin düşüşünü kaçırmamacasına izledi. Bunu kaç defa yaptı bilmiyordu. “Hoş geldin”dedi. Hoş geliyorsun, özür dilerim dedi. Özür dilediği de kendisiydi, hoş geldiği de kendisiydi. Hani arıyorsun ya orada burada, hani kötü günlerinde kapısını çalıyorsun ya dedi o tam da senin içinde dedi. Kendinden ayrı bir varlıkmışçasına dışarı da arıyorsun ya dedi. O içinde özünde ve her nefes alış verişinde. Bu uyarılar da oradan dedi. Yaptıkların bu zamana kadar doğru olsaydı, bu kar küresinin dışında olmayacaktın, elinde nadide bir parça gibi tuttuğun o kürenin içinde olacaktın. O melek gibi tek başına var olabilmenin muhteşemliğinde ve üstüne yağan her ne ise onunla dans edebilmenin meziyetinde yaşayabilecektin. Yaşam nasıl dans edebildiğin ve nasıl dik ve tek başına durabildiğindir. Belki senin de dışarıdan çevrilince müziği açılan ve dans ettiğin bir parçan da olacaktır. Aldı eline kar küresini ve atında duran minik metal kancayı sonuna kadar çevirdi. Melodiyi duydu ve meleğin beyaz tomurcuklar altında dans edişini izledi.
Biliyordu insan kendisiyle defalarca anlaşmalar yapardı ve her seferinde de bozardı. Bozduğu her maddesi nefesinin her daim azalışıydı tıpkı oksijeni kalmayan akvaryumda yaşam savaşı veren balık gibi. Öyleyse direnç gösterdiğin şey nefes almak istemeyişindi. Bu daha fazla net söylenemezdi. Benliğini sen hariç doldurduğun eşyalara ilgin, işe güce gereğinden fazla emek verişin, bedenini satılıkmışçasına sunduğun eşin ya da sevgilin, kalbini satın almışçasına istediği gibi davranmalarına müsaade ettiğin, aşkın, dostun, arkadaşların hatta ailen bile. Gönül rahatlığıyla verdinde kimin parçasını, varlığını kime veriyorsun. Sen de bir Yaradan’ın parçası olduğunu unutursan en son hastalık ve huzursuzluklar silsilesi ile özündeki o ilahi varlık sana KENDİNİ hatırlatıverir. Henüz nefes almaya çalışırken fark edersen ne ala bir de bunu musalla taşının üstünde ya da soğuk odalarda bir kutu da yatarken hatırlayanları var.
Yaşamanın güzelliğini hapsolduğunda anlıyorsun. Çıktığında o hapis olduklarından özgürlüğü ve telaşsızlığı fark ediyorsun. Kızamıyorsun kendine de sadece artık koruman gereken bir ilahi parçan olduğunu hatırlıyorsun ve yaşamın sana verilmiş bir ödül olduğunu anlıyorsun. Uzun zaman ağzının tadı olmadığı, hastalık pençesinde uğraştığın zamanların ardından, hele bir kalkayım da güzel bir kahvaltı yaparak kendimi şımartacağım dersin ya, sıradanlaştırdığın o kahvaltı vakitlerini.
Sıradanlaştırdığın, unuttuğun her an, acılarla ilahi varlığın kendini hatırlatır. Çünkü mutlu ve huzurluyken dünya sarhoşuyken onu duyman imkânsız denecek kadar azdır. O yüzden artık özünü duyman için gereken tüm kolektif bilinçte kendini göstermeye başladı. Kimi meditasyon, kimi yoga kimi zikirle varlığının doğmasını seçiyor. Dünya deneyimleyecek her eylemin ve hareketin için bir platform, beden ise bunun aracı, o vakit beden yoluyla hareket edeceğin her eylemin, düşüncelerin, duyguların, yardımların, seçtiklerin, yaptıkların, yapamadıkların hepsi ilahi varlığın doğuşu için gerekli. Belki bir bozulmayan anlaşmanın yapılma vakti gelmiştir, kalk kendine bir çay koy ve her yudumunda an’ın tadını çıkar, çayın sıcaklığını hissettiğin, damağında bıraktığı lezzeti ve verdiği huzuru, acele etmeden sakince ve yudum yudum. Varılacak yer için acelen yok çünkü elbet varacağın yer yine kendine olacaktır. İster sen bunu yaparsın, istersen evren sana zorla yaptırır. Seçimim çayın sıcaklığının hissinde ve tazeliğinde olacaktır dedi ve kar küresi karşısında geçirdiği bu düşünce akışında son anlaşmasını da yaptı.
2 comments
Varılacak yer için acelen yok çünkü elbet varacağın yer yine kendine olacaktır. Kaleminiz,yüreğiniz dert görmesin ????????????
kalemine sağlık