Her zaman evlerine gelen birileri olmazdı; hele de bilmediği ve hiç görmediği bir şehirden birileri geliyorsa, onda da merak duygusunu uyandırmış ve heyecanlandırmıştı. Oturduğu yerden gecenin bir vakti, gözü yollarda kalan babaannesini izliyordu. Ankara’dan gelecek ağır misafirleri vardı. Babaannesi, bütün oğullarını kaybetmişti ve bu yüzden torunlarına çok bağlıydı. Büyük torunu, eşi ve çocuklarıyla gelecekti. Babaannesini saran bu heyecan ona da geçmiş saat epey ilerlediği halde bir türlü uykuya dalamamıştı. Patika yolun girişinden yansıyan her arabanın ışığı pencerelerine vurdukça ayağa kalkıyorlardı. Perdenin aralanıp bakılması için tekrar bir neden daha doğmuştu. Bu sefer gelenler onlardı.
Sokak kapısına varmak için sadece iki basamak vardı. Hızlıca basamaklardan inip, babaannesinden önce kapıya vardı. Sokak kapısının kilidini kendine çekip kapının önüne fırladı. Henüz on, onbir yaşlarındaydı. Gelenler, onun hiç göremediği amcasının oğlu, eşi ve kız çocuklarıydı. Babaannesi misafirleri kapını önünde görünce çok mutlu oldu. Mavi gözleri ışıl ışıl, kollarını sonuna kadar açarak tüm içtenliği ve sevinciyle onları karşıladı. Gelenlerin yüzüne uzaktan bakıyor aynı mutluluğu onlarda göremiyordu. En iyi yaptığı şey hep insanları izlemek ve kafalarındaki düşünceleri tahmin etme çabasıydı. Evleri iki katlıydı ve üst katta ölmüş amcasının eşi tek başına kalıyordu. Yengesi de oğlunun geldiğini görünce aşağıya indi. Babaannesi yemeklerin hazırlandığını söyleyip onları annelerinden önce eve davet etti. İki basamaklı merdivenleri çıktıktan sonra, ilk karşılayan geniş bir hol oluyordu. Holün sağ ve solunda odalar vardı. Bir odalarının içerisinde soba kuruluydu. Etrafında kahverengi koltuklar ve koltukların üzerinde krem rengi örtüler vardı. Ellerini ve yüzlerini yıkadıktan sonra kahverengi koltuk da yan yana oturarak dinlemeye koyulmuşlardı. Kızların annesi söylenerek başını ovuyor ve ağrıdığını belli ediyordu. Yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu.
Henüz gelenlerden hiç kimse onu fark etmemişti ama o tüm detaylarıyla misafirleri inceliyor ve yüzlerini tanımaya çalışıyordu. Yüzlerinde fark ettiği mutsuzluk ifadesini yorgunluklarına veriyordu. Sofra hazırlandı, yemekler hızlıca ısıtıldı. Yemeklerini genelde kendi başlarına oldukları zaman yer sofrasında yerlerdi ancak bu sefer salonlarındaki orijinal rengini göremediği, sonradan yağlı boya ile koyu kahverengiye boyanmış, rahmetli babasından kalma uzun masaya hazırlanmıştı. Sandalyelere çeki düzen veriyor bir yandan da tabakları yerleştiriyordu. Babaannesi ona pek iş yaptırmazdı “ya dökersin ya da bir yerini yakarsın” derdi ama o babaannesinden gördüğü gibi insanlara hizmet etmeyi daha o yaşta öğrenmişti. Henüz ağzından tek kelime çıkmamıştı zaten konuşmayı da çok sevmediğinden “sürekli hareket halinde kalırsam, kimse bana soru soramaz” düşüncesiyle, masa kurulmasına yardım ederek sohbetten kaçınıyordu. Gelen misafirler masaya oturmuş yemek yerlerken o da rahat nefes alıp kanepenin kenarında onları izlemeye başlamıştı. Onu sofraya davet eden olsa da gitmezdi, daha o yaşta bile o masaya kendini ait hissetmiyordu. Gelenler hariç evdeki herkes heyecanlıydı.
Babaannesi torununun kızlarının saçlarını okşuyor ama onlar kendilerini geri çekiyorlardı. Yengesi ise gelen oğlu ve özlemle yandığı kendi torunları değilmiş gibi soğuk bir mesafeyle sorular soruyor muhabbet etmeye çalışıyordu. En çok heyecanlı olan babaannesine ise kimse daha gülümsemedi. Yemekler yenilmiş herkes kanepeye geçerken o; hızlıca, ona soru sorulmasın diye yerinden fırlayıp sofranın toplanması için harekete geçti. Sıra çaya gelmişti ancak saat geç olduğu için çay içmeyi istemeyip dinlenmek için üst kata çıktılar. Babaannesi bulaşıkların yıkanması için, ocağa sıcak su koydu, o da giysilerini değiştirip, başucunda duran sandalyeye üzerinden çıkanları katlayıp koyarak, yatağa geçti. Babaannesiyle aynı yatakta uyumayı sevdiğinden onun yatağına geçmiş ve başını uzun olan tek yastığa koymuştu. Yarın olsa da kız çocuklarıyla oynayabilsem diye düşünerek uykuya dalmak üzereyken babaannesi bulaşıkları bitirmiş, her gece uykuya geçmeden yaptıkları gibi, yatağın içinde oturarak ellerini açıp dualar edip uykuya dalmışlardı.
Ertesi sabah, evde çizgi filmin sesini duyarak açtı gözlerini, kızlar üst kattan aşağı inmişler, televizyonda çizgi film izliyorlardı. Onlar film izlerken mutfaktan gelen patates kızartması kokusu yatak odasına kadar sızmıştı. Sahi bu evde patates kızartması ne zamandan beri yapılıyordu? Genelde zeytin, peynir, domates, salatalık ve kuşburnu marmeladı ile geçiştirilen kahvaltı bu sabah neredeyse bir şölene dönüşüyordu.
Pijamalarını çıkartıp, sandalyenin üstünde duran kıyafetlerini üzerine geçirmiş, yerine de pijamalarını katlayıp koymuştu. Düzenli olmak onun vazgeçilmez alışkanlıklarındandı. Burnunda dolan patates kızartmasının kokusunu içine çeke çeke lavaboya gitmiş, dişlerini fırçalayıp sonrasında da kızların yanına yanaşmıştı. Kızlar ona hiç bakmıyor televizyona dalmış çizgi filmlerini izliyorlardı. O da kızların saçlarının başlarının dağınıklığını, bacak bacak üstüne atmış, gelişigüzel oturuşlarını şaşkınlıkla seyrediyordu. Asker disiplini gibi her sabah gözlerini açar açmaz, saçlarını toplayıp, kıyafetlerini değiştirmeyi öğrenmiş ve sevmişti. Kızların oturuşunda ve saçlarının dağınıklığında özgürlüğün olduğunu hissetmiş ”Telaşa gerek yok” demişti. Babaannesi kız çocukları düzenli olmalı ve usturuplu oturmalı dediğinden, bunları öğrenmişti. Kızların bu rahat hareketleri, sorgulamasına neden olmuştu. “Gerçekten böyle olmayı seviyor muydu?” İçindeki hesaplaşma sürerken, kızların pijamalarının da takım olduğunu fark etti. Onun pijamaları takım halinde olmazdı, eskiyen bir bluz ya da eşofman alt üstleri denkleştirilir pijaması olurdu.
Babaannesi, kahvaltının hazır olduğunu söylerken, dün geceden dozunu daha da artırdığı neşesini eve ışık gibi saçıyor, onları sevgi sözcükleriyle kahvaltıya davet ediyordu. O da kızlarla birlikte kalkıp kahvaltıya geçmişti. Yumurtalarını babaannesi soyuyor, ekmeklerini tabakların dibine dibine yanaştırıyor, sofradaki her şeyi sırayla sayıyor “bunu da ye, bunun da tadına bak, güzel kızlarım” diye, seve seve, okşaya okşaya yemeleri için teşvik ediyordu. Kızlar kahvaltılarını yapıp tekrar televizyonunun önüne kurulmuşlardı, o anda yine fark ettiği, hiç televizyon karşısında çizgi film izlemek için bu denli kurulamayışıydı. Babaannesinin böyle mutlu ve kızlara karşı ilgili davrandığını gördükçe şaşırıyordu. Demek ki isterse sevimli olabiliyordu. Sanki o evde görünmeyen bir kız çocuğu vardı, gitme vakti gelince çantasını alıp gidecekmiş hissini veren. Zaten doğduğu eve ait olamayışını daha o yaşta hissetmişti.
Kızların annesi gelmiş çocuklarını yukarı kata çıkarmış ama onu davet etmemişti. Ancak onlar gittikten sonra, aklı kız çocuklarında kalmıştı ve babaannesi ile bir fırsatını bulup yukarı kata çıkmak istemişti. Hiçbir zaman üst kata elini kolunu sallayarak giremezdi, orada hep bir uzaklık hissi vardı. Onlar üst katta olduğundan ve babaannesinin de nerde olduğunu bilmediğinden evde tek başına kalmıştı. Biraz oyalandı, aklına ödevleri geldi ve onları yapmaya koyulmuşken, duyduğu bir gürültüyle odanın kapısından, kafasını dışarı çıkardı. Kızlar annelerinin elinde bir kova yoğurtla birlikte gelmişti. Anneleri kızlarına parmağını sallayarak, “Bakın bu köy yoğurdu, hadi sofraya oturun bundan yiyeceksiniz” diyordu. Küçük yer sofrası özensizce yere kurulmuş, karşılıklı konan iki kâseye yoğurt doldurmaya başlamıştı. O sırada onlara eşlik etmek için o da mutfaktan bir kâse, bir kaşık alıp yanlarına oturdu. Kovadan yoğurdu tabağına koymuş, kızlarla iletişime geçmeye çalışıyordu. Ancak anneleri gelip, kızgın bir ses tonuyla “sen sofradan kalk bakalım, onları rahatsız etme diye azarladıktan sonra onu sofradan kaldırmıştı.
O zamana kadar annesinin yokluğunu hissetmemişti. Annesi her gün çalıştığı fabrikaya gittiğinden babaannesiyle birlikte yaşıyorlardı. Şuan da annesine çok ihtiyacı vardı, babaannesinin nerede olduğunu bilmiyordu. Az önce başına gelen durumdaki bir çocuğun sadece annesine ihtiyacı olabilirdi. “Anne!” dedi ve ağlayarak odasına kendisini kilitledi hıçkırarak ağlamaya başladı. O henüz çok küçüktü. Tek başına bu gibi durumlarla nasıl mücadele edeceğini bilmiyordu. Annesi nasılsa akşam işten gelecekti, onları annesine şikâyet edecekti.
Birden ödevlerini yarım bıraktığını hatırladı. Karada yaşayan balıklar kitabının özetini çıkarması gerektiğinden, konuyu okumak için kitabını kaldığı yerden açtı. Hikâyeyi hem okuyor hem de “hiç karada yaşayan balık olur mu?” diye içinden geçiriyor bir taraftan da ağlarken burnundan akanları, hırkasının koluna siliyordu. Karada yaşayan balıklar vardı elbette, yoksa bir ders kitabına konu olur muydu? İçini çeke çeke okumaya devam etti. Hikâyedeki Karada yaşayan balıkların adı çamur zıpzıpı idi. Hayatlarının çoğunu suda değil karada geçiriyorlardı. Balık olmalarına rağmen karada nefes alabiliyorlar, sürünerek ilerliyorlardı. Onların ait olduğu, deniz çekildiğinde, oluşan bataklıkta yaşam mücadelesi verip, güneş’in ışınlarının, çamur tabakasında ortaya çıkardığı bitkileri yiyerek karınlarını doyuruyorlardı. Eş bulmak istedikleri zaman, iki metreye kadar yukarı zıplayabiliyorlardı, sanırım bu nedenle de ismi çamur zıpzıpıydı. Ayrıca korktukları zamanlarda da uzun mesafelere atlayabiliyorlardı. Başlarının üstündeki kocaman gözleri ile etrafındaki düşmanlarını sürekli gözleyebiliyorlar ve işgal edilen bölgelerini de korumak için meydan okuyabiliyorlardı. Ancak savunma mekanizmaları olmadığından, alanları işgal edildiğinde birbirlerinin üzerlerine atlıyorlardı.
Karaya çıkmak o kadar kolay değildi, kurumamaları için sürekli bataklıkta yuvarlanarak kendilerini serinletmek zorundaydılar. Küçük çamur zıpzıplarının ise durumu daha zordu, kurumamak için bataklığın altına U şeklinde tünel açmaları gerekirdi ve ağızlarıyla sığınacağı tünel için sürekli çamurları ağzında biriktirip dışarı atmaları gerekirdi. Bu işlem onlar için hayli zordu ve sürekli ağızlarında çamurun yüküyle girip çıkmaları gerekiyordu. Bu tünel sadece denizin kıyısındayken, üstüne denizden gelecek bir gel git, gelip de yok edene kadar var olacaktı. Yaşamları çoğu balıktan farklıydı ve neredeyse onlar için sudan çıkmış balık denilebilirdi. Peki, bu değişikliği değerli kılan şey neydi? Sorunun yanıtı çamurda saklıydı.
Öğrendiklerini defterine geçirmişti. Kendisini bir anda o küçük çamur zıpzıpının yerine koydu ve verdiği mücadeleler ona teselli olmuştu. Dersini doğadan almaya küçük yaşlarında başlamıştı. Hayatta, anne ve babası ile yaşayan birçok çocuk vardı ancak kendisinin hatırlayabildiği bir babası yoktu ve annesi sürekli evin geçimi için üstelik vardiyalı çalıştığından, o uyurken işe gider genellikle yanın da olamazdı. Diğer çocuklar gibi bir hayatı olmadığını fark etmiş ve “bende karada yaşayan bir balıktan farklı değilim” diye düşündü. O akşam gündüzcü olan annesi işten gelince doğru yukarı kata misafirlerin yanına gitti. Ders çalışma bahanesi yaratarak üst kata çıkmamıştı. Başına gelenleri anlatmak için annesinin geri dönmesini bekledi. Ama geç saate kadar oturan annesini beklerken uyuya kaldı.
Bazen hayatta, doğamız olanları, bize vermesi gerekenleri vermeyebilir. Bir çocuğun annesi ve babasının yanında olması gerektiği gibi ya da olamadıkları gibi. Ancak bu varlığımızdan bir şey eksiltmez. Anne babalar ya da bizi yetiştirenler bir gün ya zaruri olarak ya da zamanla yanımızda olamayabilirler. Tıpkı küçük çamur zıpzıpının kendi sığınağını kendisinin yaptığı gibi. Hayatta güvende olabileceğimiz o tüneli var edebilmek için bilmem kaç kere ağzımızda çamurlarlarla o tünele gire, çıka boşaltıp hayatta kendimize alan açarız. Çamur zıpzıpını bekleyen bir doğası, denizi var ancak o orada kalırsa fazla yaşayamayacağını bildiğinden, bataklıkta yaşam mücadelesi vermektedir. Ancak onu balık olmaktan hiçbir şey alıkoyamaz. O bir balıktır. Bu hayatı yaşarken bizlere insan dendiği gibi ancak hepimiz varlığımızı farklı alanlarda var ederiz. Kimi gelir senin evinde sofrasını kurar, ekmeğini yer, bir güzel karnını doyurur ancak seni de gün gelir o sofradan kovar. Benim ekmeğim, benim sofram dersin de, kovulan yine sen olursun. Çamur zıpzıpı bile onca emek vermiş sığınağının alanına bir başkası gelmesin diye savunma mekanizması olmasa da üstüne üstüne giderek alanını korur. Sığınağın bir bataklıkta bile olsa, önemli olanın ona sahip çıkılması gerektiği değil mi? çünkü bataklıktaki sofrana bile kurulup sahip çıkmak isteyenler olacaktır. Düzen kuruludur nasılsa, birileri sığınak yapmıştır, nasıl yaptığın ya da sen yaparken yanında olup olmadıklarına bakmadıkları gibi.
Denizin kıyısındaki çamurda varlığını sürdüren o çamur zıpzıpları, bir gelgitle sığınaklarının yıkılacağını bilseler de, korunacakları tüneli yapmaktan vazgeçmezler. Bilirler ki açıkta kalırlarsa güneşin sıcaklığıyla kuruyup gideceklerdir. Tıpkı bizlerde, hayatın kıyısında değil, tam içinde yaşarken, çamur içinde de olsak da o tüneli yapmak zorundayız. Sadece bir deniz değil, fırtınalarımızda var, bizi yok edebilecek. Korunacak ve sahip çıkılacak ise sensindir, sadece sen, sen varlığını korumazsan, senin varlığının olmadığı bir hayatın hükmü olacak mıdır? Tünelin çamurdan da olsa, o tünel sana aittir ve sadece senindir.
2 comments
Çok güzel kalemine kuvvet
Okurken hissettim, çok güzel , kalemine sağlık