Saymaya başladı yüzündeki lekeleri… Sabahın ilk ışığı aynasına yansıyor, yüzündeki leke diye söylendiği çillerine bakıyor bir yandan da ellerini inceliyordu. Elleri çatlamıştı, en ufak hareketinde yarılıp derisinden sıyrılarak, canının yanmasına sebep oluyordu. Sırtında ise, henüz otuzlu yaşların değil de asırların yükü varmış gibi hissediyordu. Yine yorgunluktan uyuyamamıştı. Her gece olduğu gibi uykuya dalmadan önce kendisinin olmasını istediği evi düşler, uykuya öyle dalardı. Bu sefer zihni daha çok direniyordu. Evlere temizliğe gittiği kişilerin kaprisleri aklına geliyor, sanki bir vampiri andırırcasına, gülüşlerindeki tehlikeden ürküyor, dillerinden saçılan ağır sözler kulaklarında çınlıyordu.
Birileriyle konuşmak istediği zamanlarda, ağzına lafını tıkadıklarında, sözlerden çok ağız hareketlerini izlemeye başlıyordu. Çünkü samimi olmayan bir söz daha duymaya tahammülü kalmamıştı. Sanki televizyonun sesini kısmış da görüntüsünü seyrediyor gibiydi. İnsanların sesini kıstığı zaman, gözleri onları ele veriyordu ya da konuşurken yaptıkları ağız hareketleri samimi olmayan kelimelerini ortaya çıkartıyordu. O ağızlardan çıkan güzel kelimeler bile, dişlerin basıncında, ağız dolusu salyaları ile “Ben bu anlattıklarıma sahip birisi değilim” diyordu. Seslerinin iğreti tonlarında kaybolan güzel kelimeler bile duyulmak istemiyorlardı.
“İnsanları sessize almak, duymaktan daha iyidir” diye düşünürken, “Bazıları konuşmasa da, güzel şeyler söyleyebileceğini, iyi kelam edebilmenin meziyetini taşıdıklarını, hallerinden belli ediyorlardı. Çok konuşmaya ihtiyaçları yoktu da, bir baksa ne demek istediğini anlatabiliyor, bir yürüse kendisine çağırıyor, bir kere gülümsese müjdeli bir haber veriyormuş gibi hissettirebiliyorlardı. Kelimeler o zaman çığlık atmak yerine, gökyüzünde süzülen renkli kelebekler gibi huzurla kanatlanıyorlar. Bu dili biliyorum, bu dil ruh’un dili, anlayan o, işiten o,sezen o,seven O! diye serzenişte bulundu.
Yıllardır kıt kanaat geçiniyorlardı. Oğlunu da yanına alarak evlere temizliğe gidiyor, pazar alışverişi için harçlığını çıkartıyordu. Biliyordu ki eşinin kazancı yetmiyordu, onu üzmemek için eşine yalan söylüyor temizliğe gittiğini gizliyordu. Çoğu zaman ekmek parasını bile bulamazdı ama eşine karşı yok demezdi. O nedenle yalan söylemeyi tercih etmişti. Eşine bu durumunu belli etmese de, bazı zamanlar dayanamıyordu. Ne zaman onunla dertleşmek istese, eşi uyumak istiyor, o da yorgunluktan uyduğunu düşünüyordu. Konuştuğu zamanlar ise, sohbet eşinden” Abartıyorsun, yeter! Ruh hastasısın” diye duyduğu hakaretlerle bitiyordu. Çok denemişti, iletişime geçmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ancak güzel başlayan muhabbetin bile sonun da” Ruh hastası” olduğu söyleniyor, konu hep istemediği şekilde kapanıyordu.
Ne zaman bu hale geldiğini düşünmeye başlamıştı. Ne zamandan beri kimsenin sesini duymaya bile tahammülü yokken eşinin sesini duymaya ihtiyacı vardı. Seviyordu çünkü insanın sevdiği konuşmazsa, başkalarının konuşmalarına karşı kulaklarını kapatıyordu. Ancak insanların seslerini duymak istemediğinde, kulağını kapattığında, kalp gözünün görmeye başladıkları ile yaşamakta zorlanmaya başlamıştı. İstiyordu ki sevdiği konuşsun, başka kimseler konuşmasa da olurdu. Onunla geçirdiği birkaç romantik anıya, güzel muhabbetlere dalıp, yokluğuna hayalini sığdırıyordu. Ta ki, o kadar çok duyduğu ruh hastasısın kelimesini işitene kadar.
Çünkü eşine göre anlayışsızdı evine ekmek getirmek için yorulan kocasına saygı duymuyor görünüyor, konuşmak istese bencillik yaptığını düşünüyor ya da şımarıksın dediğini işitiyordu. “Şımarmak mı? Ben mi şımarığım?” diyerek sordu içine, tam en derinine, evet ekmek alacak parası yokken gözyaşlarıyla hamurunu yoğurup, ekmek çıkarttığı için şımarıktı. Eşine göre akşama kadar yatıyor, bir işe yaramıyordu. Bilseydi yediği yemeğin içindeki sebzenin hangi para ile alındığını, şımarık demek yerine kadın gibi kadınsın unvanını alacaktı. Bilseydi, iki kelam etmek için demlediği çayı, tek başına bitirmek zorunda kaldığın da ruhu sevgi isterken ona ruh hastasın denildiğini. Elbette, her hastalık bir imtihandı, bunca yıl eşinden işittiği hakaretin onu bu kadar hasta edeceğini, eşi de tahmin edemezdi.
Konuşmak elbette bu kadar zor olmamalıydı ama işte zordu. Sanki evlilikleri, yalnızlıklarını perdelemek için bir nikâh cüzdanı ile oluşturulan bir anlaşmaydı. Sığındığı sevgi artık ona destek vermiyordu, eşine ulaşamıyordu, her denediğinde aralarındaki mesafe daha da açılıyordu. Açılan her mesafede, yüreğinin cılız, acıyan sesini duyuyordu. Her ağladığında yanan yüreğini hissediyordu. Kendisi ile her konuştuğunda, dinleyenin de yüreği olduğunu hissediyordu. Öyle bir kalmıştı ki tek başına, kendisinin içinde, başka bir varlığın daha olduğunu anladı. Ruh’um dedi, kulağını kapattığında gördüğü yere ruh’um dedi. Artık eşinin dediği cinsten bir ruh hastası değildi. Ruh’un hastasıydı.
Bu hastalık öyle bir sarmıştı ki bedenini artık konuşmasa da, bir bakışı hüznünü, bir yürüyüşü dimdik olabildiğini, bir dönüşü insanlarla koymak istediği mesafeyi, bir gülüşü lotusun balçıkta da olsam, “Renklerimle ihtişamlıyım” deyişini yansıtıyordu. Işığa herkes gelirdi, ama ışık nereye doğacağını da iyi bilirdi. Onun kıymetini karanlıkta keşfedenler bilirdi. İçinden ona seslenen ilahi parçasıyla buluşup ona sarıldı. Karanlıklarını var edip, ışığını bekleyen insanlardan kendisini koruyarak, ışığına sahip çıkmayı öğrendi.
1 comment
Yüreğine sağlık 🌹👏